Bu gün içinde bulunduğumuz ekonomik ve sosyal hayatın gerçeklerini yüzümüze vuran sözlerle başlamak istiyoruz. Bu sözlerden birincisi İbni Haldun’a ait olduğu söylenen “coğrafya kaderdir” sözüdür. Gerçi kerameti kendinden menkul bazı zamane filozofları bu sözün İbni Haldun’a ait olmadığını ve olsa bile tam anlamı ile bir safsata olduğunu iddia etseler de sonuç değişmemektedir. Coğrafyanın bir kader olmadığını ve onların iddia ettikleri gibi fert veya toplumların hayatlarındaki olumlu veya olumsuz etkenlerden bir olarak kabul etsek bile sonuçta inancımızdaki kader tarifi değişmeyecektir.
İspat olarak da mesela Afrika’nın ortasında içme suyu dahi bulunmayan köylerden birinde doğmayı kader olarak kabul etmeyen birinin aksine, felsefe tahsili görmeden felsefeci olan birinin bu hayatını nasıl olacak da kader olarak tanımlayabileceğimizi sormak yeterli olacaktır.
Biz bu sözü milletlerin ve ülkelerin arasındaki iktisadî gelişmişlik ve coğrafya ilişkisi hakkında ekonomik gelişmişlik farkında belirleyici rol oynadığı şeklinde anlayabiliriz.
Diğer söz ise akılcılık veya rasyonalizm olarak bilinen görüşün ifade ettiği “Bilginin ve doğrunun temelinin akıl olduğu” şeklindeki ifadedir.
Bu görüşte bilgi doğruluk duygular yoluyla elde edilen deneyimlerle değil düşünce ve zihinde temellendirilerek elde edilir.
İbni Haldun’a nispet edilen söz bir felsefi ifade ise akılcılıktan kaynaklanan bilgi kavramı da felsefi bir ifade olarak kabul edilmelidir.
Bu kadar felsefeden sonra Türkiye de Müslümanların son 25 yılda yaşadıkları hayatın gerçeklerine dönecek olursak içinde bulunduğumuz materyalist ekonomiden kaynaklanan dini yaşamımıza bir ad bulmak gerekmektedir. Çünkü görünüşte bir elimizde Kuran olsa da diğer elimizde ekonomik olarak değer verdiğimiz şeyin ne olduğunu artık kendimize bile söyleyemeyecek bir duruma gelmiş bulunuyoruz. Ekonomik ve siyasal olarak batı medeniyeti yaşadığı hızlı kalkınmayı son iki yüz yıl içerisinde gerçekleştirdiği ve bu iki yüz yıllık sürede yaşanan gelişme döneminde İslam coğrafyası olarak bilinen ülkelerde hiçbir gelişme ve kalkınma olmadığını görenlerin daha farklı fikirler ve sonuçlar çıkarmaları da normal karşılanıyor olsa da sonuç çok farklıdır. Çünkü sanayi devrimini gerçekleştirmiş ülkelerde yaşanan kalkınmanın sadece bilim, teknoloji ve ekonomik kalkınmadan ibaret olmadığı görülmüştür. Sanayi ülkeleri olarak yaşadıkları kalkınmanın sanayileşemeyen dolayısıyla da kalkınmayan ülkelerle aralarında yaşanan olay sadece bir zenginlik ve fakirlik sorunu olarak değerlendirilmemelidir.
Batı medeniyetinde yaşanan ekonomik ve sınai kalkınmaları aynı zamanda toplumların sosyal, zihinsel ve ruhsal değişmelerini de içine alan bir süreç olarak yaşanmıştır.
Hangi ülkede olursa olsun ve kim eliyle uygulanmış olursa olsun ekonomik kalkınmada uygulanan program salt bir ekonomik program olarak kalmamakta ve toplumu esas olduğu söylenen ekonomik reçeteden daha çok sosyal ve ruhsal değişimler getiren bir reçetedir.
Her ne kadar küreselleşen dünya da ülkelerinde artık şehirler gibi neredeyse birbirleri ile iç içe geçmiş bir hale gelmekte ve birini etkileyen ekonomik ve sosyal olayın yakın uzak demeden diğer ülkelerde de etkili olmakta olduğu ifade edilse de geri kalmış olarak ifade edilen ülkelerde olay tam olarak farklıdır.
Müslümanların yaşadıkları dolayısıyla geri kalmış veya az gelişmiş olarak nitelenen ülkelerin kaderlerini belirleyen konumları kadar hatta ondan daha fazla önemli olan inanç ve dini hassasiyetleri ve ülke insanlarının kişilik özellikleri, zihin dünyaları ve oluşturdukları sosyal yapı en azından durağan dönemde siyasi ve sosyal değişimleri ve ruhlarındaki yozlaşmayı önlemiştir.
Günümüzde gelişmiş olan ülkeler ile geri kalmış ülkelere bakıldığında aralarındaki en temel farklılığın toplumsal gelişmişlikten daha çok bireysel gelişmişlik düzeyinde yaşandığı toplumsal gelişmenin yaşanmasının ise o toplumu oluşturan bireylerin psikolojik ve sosyolojik gelişimleri ile yakından ilişkili olduğunu iddia edenlere hak vermek doğru bir yaklaşım olacaktır. Batı ülkelerinde kalkınma adına tüm dini ve ahlaki değerler ayaklar altına alınırken kalkınmak isteyen geri kalmış ülkelerdeki insanlar inançları gereği hem kendi tutumlarını ve zihin yapılarını, hem de toplumsal yapıda değişiklikler yapılacağı düşüncesi ile direnç oluşturmaları aynı coğrafi bölgede aynı imkânlara sahip olsalar bile aynı kalkınmayı gerçekleştiremeyecekleri sonucunu doğurmaktadır. O zaman içinde bulunduğumuz dini hassasiyetlerden uzaklaşmanın sonucu olan seküler hayatın getirdiği bu yozlaşma ve bireyselleşmenin sebebi nedir diyenler de olacaktır elbette. Bunun nedeni İslâm ümmetinin daha önce bir medeniyet ortaya koymuş olması nedeniyle dinin ekonomik kalkınmaya ve ilerlemeye engel olmadığı Müslümanların yüzyılları aşan bir süredir ekonomik ve siyasi üstünlük kuramamalarının toplumsal değil ferdi eksikliklerle ilgili olduğunu iddia edenlerin yanlış dini ve ekonomik tercihleridir deriz.