İslam Dünyası’nda ekonomi alanında büyük çabalar sarf eden ve mükemmel eserler ortaya koyan pek çok alimler ve bilginler geldi. Bu bilginler arasında yer alan İbn-i Haldûn (1332-1406), ekonominin çeşitli konularında büyük ilgi toplayan açıklamalarda bulundu. Mukaddime adlı eserinde, toplumların sosyal ve ekonomik yönlerini inceledi. Özellikle pazar sistemi, makro ekonomi, vergi mevzuatı, emek, para gibi mevzular da, bugün dahi etkinliği olan görüşler ortaya koydu. İbn-i Haldûn’un hareket noktası, İslâm’ın temel kaynaklarıydı. Bütün İslâm Bilginleri İslam’ın temel kaynaklarına dayanarak, ilmi eserlerini oluşturdular. Onun için onların ilmi görüşleri çağları kaplayan ve gittikçe değeri artan bir hüviyete sahiptir. Çünkü İslam, bütün çağları aşan bir özellik taşır. İslam bu özelliği ile uygulandığı zaman, bütün çağlar boyu, adil sistemiyle insanlara huzur ve güven verir.
Batı dünyasında ise, uygulanan ekonomik modeller devamlı değişerek, çoğu çeyrek asır bile dayanmadan ömürlerini tamamlamışlardır. Eski çağda Yunan filozofları Aristo ve Eflatun’un ortaya attığı ekonomik görüşler önemini korudu. Aristo faizi tasvip etmedi ve “tiksindirici” olarak niteledi. Parayı da bir mübadele aracı olarak gördü. On yedinci yüzyıldan başlayarak Batı’da bir takım ekonomik teorisyenler geldi. Turgot, Adam Smith (1723-1790), Thomas Maltus (1776-1834), David Ricardo (1772-1823) ve Karl Marx (1818-1883) başta olmak üzere, on dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar, çeşitli iktisatçılar değişik görüşler öne sürdüler ve etki yaptılar. Bunların arasında ne büyük etkiyi yapanlar “Milletlerin Zenginliği” adlı eserin sahibi Adam Smith ile “Kapital” adlı eserin sahibi ve komünizmin teorisyeni Karl Marx oldu. Kapitalist dünyada, belirli bir zaman sonunda, Adam Smith’in görüşleri geçerliliğini yitirirken, Karl Marx’ın görüşleri ortayı kasıp kavuruyor ve yaygınlık kazanıyordu. Daha sonra kurulacak olan sosyalist sistemlere Marx’ın görüşleri rehber oldu. Yirminci yüzyıla gelindiğinde, Batı’da uygulanan ekonomik modeller, tamamen tesirsiz kaldılar ve etki gücünü yitirdiler.
1929’da vuku bulan ekonomik bunalım “Depresyon Olayı”, başta ani fiyat düşüşleri ve işsizlik olmak üzere dünya ekonomilerini bunalıma sürükledi. 1930’lardaki işsizlik ve fiyat düşüşleri Batı’da korkunç boyutlara ulaşmıştı. Batılı ülkeler, bu ekonomik bunalıma bir çözüm arıyorlardı. İşte bu dönemde İngiliz asıllı John Maynard Keynes (1883-1946), “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” adlı eserini yayınladı. Batılı ülkeler bu teoriye dört elle sarıldılar ve uygulama alanına koydular. Keynes, ileri sürdüğü görüşlerin bir bölümünde milletlerarası bir ekonomik işbirliği öneriyordu. Bu görüşler çerçevesinde Amerika Birleşik Devletleri’nin ve İngiltere’nin önderliğinde 1944’te Bretton Woods konferansı toplandı. Burada Milletlerarası Para Fonu (IMF) ile Dünya Bankası (IBRD)’nin temelleri atıldı. Gaye hem batı ekonomilerini bunalımdan kurtarmak, hem de yeni bir modern ekonomik sömürü düzeni oluşturmaktı. Bu gayeye erişildi ve IMF ile Dünya Bankası plan ve programlarını açıklayarak, görevlerine başladılar. Keynes’in görüşlerini kapsayan uygulama bir müddet sürdü. Ancak Keynes’in yüksek faiz haddine karşı oluşu, hatta faiz haddinin sıfır olması gerektiğini savunması ve teorisinde de var olan hatalar, Batılı ülkeleri yeni bir arayışa sürükledi. Zaten düşük faiz politikası da IMF ve Dünya Bankası’nın işine gelmiyordu, sıfır faiz haddi ise hiç işine gelmezdi. Bununda ötesinde 1970’lerde doların milletlerarası geçerliliğini kaybettirecek bir değer kaybına uğraması, başta sanayileşmiş Batı ülkelerinde olmak üzere, dünya çapında işsizlik artmış, üretim gerilemiş, dünya ticaret hacmi daralmış, iflas olayları yaygınlaşmış, fiyat artışına engel olunamayarak enflasyon hız kazanmaktaydı. Bu içinden çıkılmaz ekonomik bunalımın açıklamasında ve üstesinden gelmede Keynes’ci ekonomik düşünce ve buna dayalı politikalar yetersiz kalmaktaydı. Bu sebeple Batı’da yeni bir ekonomik modelin bulunması gerekliydi. Ekonomik arayışlar içinde yeni bir teorisyen ortaya çıktı. Batı’nın bu yeni imdadı Amerikalı Milton Friedman idi.
ABD Chicago okulunun başta gelen temsilcisi Milton Friedman işe, Keynes’ci görüşlerin egemen olmasıyla unutulmaya başlayan paranın miktar kuramını yeniden yorumlamakla başlamıştır (1). Friedman, ileri sürdüğü görüşlerinde enflasyonu önlemek için yüksek faiz ile parasal politikaları esas almaktadır. Batılı ülkeler, ekonomik bunalımdan kurtulmak ve modern sömürülerini sürdürebilmek için, Friedman’ın ortaya attığı teoriyi yerinde buldular ve uygulama alanına koydular.
Böylece IMF, Friedman’ın “ekonomik modeli”ni esas alarak kredi verdiği ülkeler de genellikle üç yıllık zamanı kapsayan “Stand-By” anlaşmaları ile ekonomik uygulamalarına geçti. Bu uygulamalar IMF’nin üyesi bulunduğu ülkelerde yapılmaktaydı. Ancak uygulanan ekonomi politikaları, dünya ekonomilerine istikrar getirmedi. Problemler ve buhranlar arttı. İşsizlik, enflasyon, faiz, yatırım zorlukları, üretimdeki kapasite düşüşleri, milli para değerinin korunması gibi konular, ülkeler için adeta çözüm bulunamayan meseleler oldu. Ama bu politikalardan IMF ve Dünya Bankası’nın desteğindeki Batılı ülkeler, büyük vurgunlar elde etti. Bu kara tablonun sonucu olarak dünyada çoğu ülkeler, bunalımdan kurtuluş için “yeni bir ekonomi sistemi” arayışına girdiler.
Peki bu ekonomi sistemi nasıl olmalıydı?
Tasarruf birikimini sağlayan, yatırımı kolaylaştırıp, hem üretimi arttıran, hem de işsizliğe çözüm getirecek, enflasyonu körüklemeyen, israfa meydan vermeyen faizsiz bir ekonomik sistemi denemek acaba ekonomiler için çare olmaz mıydı? Elbette ki insanların refahı için tek çare “faizsiz ekonomi sistemi”dir.
Bugün dünya ülkeleri tarafından en çok dikkatle incelenen konu, “faizsiz ekonomi sistemi”dir. Faizsiz bir ekonomi sisteminin uygulanmasıyla, elbette ki ülkeler istikrar bulacak ve insanlar sıkıntıdan kurtulacaktır. Çünkü İslâm’ın ekonomi anlayışı, insanlara refahı garanti eden ve problemleri çözen özelliğe sahiptir. Bu konuda dünya çapında araştırmalar yoğunluk kazanmıştır. Arzu ederiz ki, bundan bir sonuç alınsın.
(1) Yılmaz, Şiir, Enflasyon, Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Yayını, Ankara, 1982, sh: 64.
Batı dünyasında ise, uygulanan ekonomik modeller devamlı değişerek, çoğu çeyrek asır bile dayanmadan ömürlerini tamamlamışlardır. Eski çağda Yunan filozofları Aristo ve Eflatun’un ortaya attığı ekonomik görüşler önemini korudu. Aristo faizi tasvip etmedi ve “tiksindirici” olarak niteledi. Parayı da bir mübadele aracı olarak gördü. On yedinci yüzyıldan başlayarak Batı’da bir takım ekonomik teorisyenler geldi. Turgot, Adam Smith (1723-1790), Thomas Maltus (1776-1834), David Ricardo (1772-1823) ve Karl Marx (1818-1883) başta olmak üzere, on dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar, çeşitli iktisatçılar değişik görüşler öne sürdüler ve etki yaptılar. Bunların arasında ne büyük etkiyi yapanlar “Milletlerin Zenginliği” adlı eserin sahibi Adam Smith ile “Kapital” adlı eserin sahibi ve komünizmin teorisyeni Karl Marx oldu. Kapitalist dünyada, belirli bir zaman sonunda, Adam Smith’in görüşleri geçerliliğini yitirirken, Karl Marx’ın görüşleri ortayı kasıp kavuruyor ve yaygınlık kazanıyordu. Daha sonra kurulacak olan sosyalist sistemlere Marx’ın görüşleri rehber oldu. Yirminci yüzyıla gelindiğinde, Batı’da uygulanan ekonomik modeller, tamamen tesirsiz kaldılar ve etki gücünü yitirdiler.
1929’da vuku bulan ekonomik bunalım “Depresyon Olayı”, başta ani fiyat düşüşleri ve işsizlik olmak üzere dünya ekonomilerini bunalıma sürükledi. 1930’lardaki işsizlik ve fiyat düşüşleri Batı’da korkunç boyutlara ulaşmıştı. Batılı ülkeler, bu ekonomik bunalıma bir çözüm arıyorlardı. İşte bu dönemde İngiliz asıllı John Maynard Keynes (1883-1946), “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” adlı eserini yayınladı. Batılı ülkeler bu teoriye dört elle sarıldılar ve uygulama alanına koydular. Keynes, ileri sürdüğü görüşlerin bir bölümünde milletlerarası bir ekonomik işbirliği öneriyordu. Bu görüşler çerçevesinde Amerika Birleşik Devletleri’nin ve İngiltere’nin önderliğinde 1944’te Bretton Woods konferansı toplandı. Burada Milletlerarası Para Fonu (IMF) ile Dünya Bankası (IBRD)’nin temelleri atıldı. Gaye hem batı ekonomilerini bunalımdan kurtarmak, hem de yeni bir modern ekonomik sömürü düzeni oluşturmaktı. Bu gayeye erişildi ve IMF ile Dünya Bankası plan ve programlarını açıklayarak, görevlerine başladılar. Keynes’in görüşlerini kapsayan uygulama bir müddet sürdü. Ancak Keynes’in yüksek faiz haddine karşı oluşu, hatta faiz haddinin sıfır olması gerektiğini savunması ve teorisinde de var olan hatalar, Batılı ülkeleri yeni bir arayışa sürükledi. Zaten düşük faiz politikası da IMF ve Dünya Bankası’nın işine gelmiyordu, sıfır faiz haddi ise hiç işine gelmezdi. Bununda ötesinde 1970’lerde doların milletlerarası geçerliliğini kaybettirecek bir değer kaybına uğraması, başta sanayileşmiş Batı ülkelerinde olmak üzere, dünya çapında işsizlik artmış, üretim gerilemiş, dünya ticaret hacmi daralmış, iflas olayları yaygınlaşmış, fiyat artışına engel olunamayarak enflasyon hız kazanmaktaydı. Bu içinden çıkılmaz ekonomik bunalımın açıklamasında ve üstesinden gelmede Keynes’ci ekonomik düşünce ve buna dayalı politikalar yetersiz kalmaktaydı. Bu sebeple Batı’da yeni bir ekonomik modelin bulunması gerekliydi. Ekonomik arayışlar içinde yeni bir teorisyen ortaya çıktı. Batı’nın bu yeni imdadı Amerikalı Milton Friedman idi.
ABD Chicago okulunun başta gelen temsilcisi Milton Friedman işe, Keynes’ci görüşlerin egemen olmasıyla unutulmaya başlayan paranın miktar kuramını yeniden yorumlamakla başlamıştır (1). Friedman, ileri sürdüğü görüşlerinde enflasyonu önlemek için yüksek faiz ile parasal politikaları esas almaktadır. Batılı ülkeler, ekonomik bunalımdan kurtulmak ve modern sömürülerini sürdürebilmek için, Friedman’ın ortaya attığı teoriyi yerinde buldular ve uygulama alanına koydular.
Böylece IMF, Friedman’ın “ekonomik modeli”ni esas alarak kredi verdiği ülkeler de genellikle üç yıllık zamanı kapsayan “Stand-By” anlaşmaları ile ekonomik uygulamalarına geçti. Bu uygulamalar IMF’nin üyesi bulunduğu ülkelerde yapılmaktaydı. Ancak uygulanan ekonomi politikaları, dünya ekonomilerine istikrar getirmedi. Problemler ve buhranlar arttı. İşsizlik, enflasyon, faiz, yatırım zorlukları, üretimdeki kapasite düşüşleri, milli para değerinin korunması gibi konular, ülkeler için adeta çözüm bulunamayan meseleler oldu. Ama bu politikalardan IMF ve Dünya Bankası’nın desteğindeki Batılı ülkeler, büyük vurgunlar elde etti. Bu kara tablonun sonucu olarak dünyada çoğu ülkeler, bunalımdan kurtuluş için “yeni bir ekonomi sistemi” arayışına girdiler.
Peki bu ekonomi sistemi nasıl olmalıydı?
Tasarruf birikimini sağlayan, yatırımı kolaylaştırıp, hem üretimi arttıran, hem de işsizliğe çözüm getirecek, enflasyonu körüklemeyen, israfa meydan vermeyen faizsiz bir ekonomik sistemi denemek acaba ekonomiler için çare olmaz mıydı? Elbette ki insanların refahı için tek çare “faizsiz ekonomi sistemi”dir.
Bugün dünya ülkeleri tarafından en çok dikkatle incelenen konu, “faizsiz ekonomi sistemi”dir. Faizsiz bir ekonomi sisteminin uygulanmasıyla, elbette ki ülkeler istikrar bulacak ve insanlar sıkıntıdan kurtulacaktır. Çünkü İslâm’ın ekonomi anlayışı, insanlara refahı garanti eden ve problemleri çözen özelliğe sahiptir. Bu konuda dünya çapında araştırmalar yoğunluk kazanmıştır. Arzu ederiz ki, bundan bir sonuç alınsın.
(1) Yılmaz, Şiir, Enflasyon, Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Yayını, Ankara, 1982, sh: 64.