Düzenleme

Hüzeyme Yeşim Koçak

Değişik açılardan “düzen” konusuna bakmaya devam ediyoruz.

İç ve dış nizamımız var ve bir düzen içinde yaşıyoruz... Alışkanlıklarımıza, değiştirmeye kalksak da yeknesaklığa, yerleştirmeye düşkünüz bir anlamda. Ya da bir tür bağımlılık hâli üzerimize yapışmış durumda... İsteğimiz dışı, farklı geçişler, sevimsiz yenilikler olduğunda feryadı basıyoruz.

Ama daha gündelik yaşayışımızda; plân ve programlarımızın, öngördüklerimizin(!), müstakbel hayallerimizin alt üst oluşuna; muhtelif derecelerde, düzen(lemeler)imizin başa göçüşüne sık sık şahit oluyoruz. Hattâ bu vakıâ, ayrı bir düzeni oluşturuyor diyebiliriz.

Hiç ummadığımız, tamamen hazırlıksız olduğumuz -muhtemelen bütün düzenimizi kendimizin yapılandırdığını düşündüğümüz ve oturttuğumuzu var saydığımız- bir ânda.. o şeyle (olay, hâl, süreç)le karşı karşıya kalıyoruz. Sahiplendiğimizin, içselleştirdiğimizin, temellük ettiğimizin elimizden çıkması, tepe taklak olması...

Sonra… Çevrilme, devrilme, tebdil etme... Kırılıp, eğilip bükülme; küçük hatırlatmalar, büyük fırsatlar, kendimize “çekidüzen” verme imkânı; “tamamlanma, olgunlaşma” niyetine, bedeller ödeyerek hem de...

Uyum kabiliyetimiz; karşılaşılan durumun niteliğine, zorluğuna göre direncimiz, aşk katsayımız, insanlık derecemiz, gönül mertebemiz ölçülüyor belki de...

Tefekkür sonucu hayrete, hayranlığa; kendi üzerimizdeki nimeti, başka dünyaları fark ve tanımaya ihtiyacımız var belki de. Değişik meselelerle mücadeleye, kireçlenmiş düşünce bağlarını çözmeye; vazgeçmelere, terklere…

Aksi takdirde insan körü körüne ters istikamette, anlamsız bir yaşayışa da saplanabilirdi.

Bazen sadakatimiz, inancımız kuvvetinde; “yıkılışımız” hafifliyor; “Ana kanun”a teslimiyetle, daha yumuşak bir “düzen”e geçebiliyoruz.

Aslî Nizam’a; “Gönlüyle” tâbilik... Yeni şartlara, sisteme alışmak, tekrar kurgulanmak, düzen/len/mek...

Herhalde, tüm “düzenbazların” iktidarına rağmen, ruhumuzla uyumlu bir oluşumu tutturmak ve daha üst bir düzen kurmak...

Bu kadar çok değişkenlik, çeşitlilik gösteren vaziyetle, olguyla yüz yüze gelmek de; unuttuğumuz esas “düzen kurucusu ve koyucusunun, “düzeni yıkılmaz” ın kim olduğunu bize hatırlatıyor...

Neticede “ölüyor” ve tamamen apayrı, kaçınılmaz bir nizam içine giriyoruz.

Omar Mıchael Burke; “Sûfiler Arasında” isimli eserinde, sûfilerin değişik bir uygulamasına yer vermektedir:

“Gün boyu belli aralıklarla, dervişlerin gelip gittiği vakitlerde veya herkes kendi payına düşen görevi yaparken, mürşit bir anda ortaya çıkıyor ve aniden “Dur!” diye bağırarak emrediyordu... Onlar da bu anlama uygun olarak duruyorlardı. Herkes bulunduğu durumda donmuş vaziyette bekliyor, ta ki Hu!” kelimesi mürşidin ağzından çıkana kadar. Bu ‘donma’ süresince, sûfi bakış açısına göre rabıta yapılmaktaydı. Bu uygulamanın arkasında yatan teori şuydu: Bir kişi iki fiil arasında iken, kendisini sıradan düşünme sürecinin kayıtlarından kurtarabilmelidir.”

Çünkü hayatımız kalıplaşmış, alelâde düşünce davranış biçimlerinin içinde seyretmektedir, mizacımız kemikleşmiştir ve bir “düzen” içindedir.

Yeni oluşumlara, tecrübelere, açılımlara elbette taze öğrenme ve büyümelere zemin hazırlamak; en basit, önemsiz gibi gözüken keskin/klişe şekillenmelerden, tabiatımızın dayatmalarından uzaklaşabilme gücünü kazanmakla mümkündür.

Bazen de mevcut nizamın dışına çıkıp, tekrar içine girebilme yetisini elde edebilmekte. Yani bir tür muhtariyette, bilinç hâlinde...

Üstelik “Ellerim kârda(iş); gönlüm hep Yar’da” prensibini tatbik edebilmek herkesin harcı değildir. Günlük hayatımızda; sürekli yaptığımız, alıştığımız bir eylemin sıcaklığından, üzerimize yapışmış düşünce ve hareket şablonlarından bile kendimizi, gönlümüzü kurtarıp; O’na yönelebilmek herhalde fevkâlade zordur.

Dervişlerin anmaları, sıklıkla yaptığı tekrarlarsa; her an “huzurda” olunduğunu hatırlamak, O’nda odaklanmak gayesiyledir.

...

Daha büyük, tamamen bize mal olmuş, benimsediğimiz, vazgeçilmezimiz hâline gelmiş, “yerleşik düzen”lerde ise mesele çapraşıklaşmakta; düzen(imiz) bazen putlaşmaktadır. Öyleyse “rutin” kırılmalıdır.

Çünkü yaşama biçimimiz, düşüncelerimiz, ölçülerimiz ve bütün “düzenimiz”; benliğimizin hoşlandığı ve sevdiği bir şekli yaşatmakta ve merkezîleştirmektedir. En hafifinden, işte bir “düzen tutturmuş” dümdüz gidiyoruzdur.

Oysa yollar engebelidir ve bazen durmak, haritayı güzergâhı değiştirmek, hesabı maliyeti çıkarmak gerekmektedir. Esas ilgilenmemiz gereken, bedenimiz değil, gelişigüzel sürüklenmelerden uzak, bir ruh tekâmül davasıdır ve aşk ile emekle, köklü dönüşümlere, güzel eylemlere muhtaçtır.

Elçilerin, büyük dava adamlarının, liderlerin karşılaştıkları en büyük güçlüklerden biri de budur. Eski Düzenden kurtulup, yeni bir veçhe vermek; getirdikleri Sosyal Düzeni kurumlaştırmak, yerleştirebilmek...

Düzen bir doğum da; sancılı, acı... Alışagelene boyun eğmek, kolay, rahatlatıcı.

Diğer taraftan biz, daha ziyade “düzen dışılıkla” ilgiliyiz... Tarih boyunca, İlâhî Düzene karşı çıkmakla, fıtratımızın aksine meyyallıkla malûlüz.

Zihnî-ruhî düzenimizi, yerimizi isyanla belirliyoruz. Yani bir nevî “düzensizlikle”... En meşhur “Asi”nin çağrısına icabetle...

İşin her şeye rağmen hoş tarafı ise; bütün bunların bir “düzen”(tuzak) olması ve eninde sonunda bizi; Nizamın şaşmaz koyucusuna; “Sonsuzluk Düzeni’ne” ulaştırması... İnansak da, inanmasak da...

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.