Hayatımızda değer yitimiyle birlikte, “duygunun” da kayboluşuna şahit oluyoruz. Değer(li) kıldığımız şey bir bakıma, sevdiğimiz, sayıp itibar ettiğimiz, önemsediğimiz olgu oluyor.
Bazen körlük, kirlilik, bazen gürültü “duymamızı”, lüzumlu bir ayrıntıyı görmemizi, “doğruyu” tercihimizi, engelliyor. Hakikatin zahirî örtüleri, küçük, nafile hamlelerle kaldırılamıyor.
Güzelliği görmezden bilmezden gelir; nice anlamlı, manidar olguya, nesne ve duruma kayıtsızca bakar, gayesizce yaşar ve algılarken hepsi uçup gidiyor.
Hâlbuki benliğimize karşı aşırı bir hassasiyetimiz var. Sadece kendi sesimizi işitiyor, başka canları duymuyoruz. Bu daralma, diğer azaların da sekteye uğramasına, âmâlığa, işitmezliğe, kalbin nefessizliğine sebebiyet veriyor.
Umumiyetle, hakikatin sesini işitmemek için başka sesler çıkarıyor; görmemek için maskeler takıp, türlü bakış açıları ediniyor, apayrı kılavuzlarla geçit vermez yollara sapıyoruz. Engelleri, mesafeleri çoğaltıp, gönüllüce duvarlaşıyoruz.
Kalbimiz nasırlaştırır ve “tenimizi” rüzgâra, tesadüfe, şeytan okşayışlarına bırakırken; meşhur debbağ gibi, gül kokusundan iğreniyor; kerih necis dünya kokularına, gölgelere kapılıyor, inkâr ediyoruz.
Oysa güzeldir “duymak”... Kâinatı, derunumuzun sedasını, “Ben Sizin Rabbiniz Değil Miyim” hitabındaki mazhariyeti, muhabbeti, teveccüh ve nimeti. Öte haberlerini…
…
Duymak.. İlâhi Sesi, kutlu daveti. Her an tetikte, müteyakkız olma vaziyeti.
Duymak; şuurun, insana bağışlanmış ruhun bir cüzü. Beş duyuya katılan, iç cevheri.
Ruhun diğer enstrümanları…
Duymak, bir anlamda görmek. Sesleri, içsel bir dünyanın rayihasını, esrarını…
Esasen bütün varlıklar bize seslenir; kulak verilmek, gözümüze ilişmek ister. Mesajları vardır. Eşya, hakikati örtse de; bir yanıyla açıktır ve ardındaki “Hakikate” davetkârdır.
Tefrik etme, tanıklık.. duymak… Nefsin kırık-bozuk düzenini işitmek ve bir ruh tepkisi vermek…
Bir bakıma; kalbin itirazları, muhalefeti ve direnişi makamında… Dikkatle rikkatle dokunmak; yüreğe, kötülüğe. Sevmek için, engellemek adına… İnsanlık namına.
Duymak ki, dil bilmek ve işitmek…
İçinizde bir hareketin meydana gelmesi, kımıldayış, uyanış ve hariçteki kimi gizli-aşikâr hareketi görmek, sezebilmek…
Ruhların size el vermesi, kalplerin teması. Beş duyuya eşlik eden, asıl duygu merkezi: kalp; gönül izleği, teması…
Duymak ki; bir başka hayatın farkına; iç içe geçen dünyaların ayrımına varmak, zamanı yakalamak…
Biraz da sorular sormak; yerine göre perdeleri indirmek veya çekmek; kuyudayken çıkacağın, tutacağın ipi bilmek…
Zıtlıklarla, çelişkilerle ilerlerken; İlâhi ölçüye tâbi olarak, hepsini birleştirip, benliği “edeble”, aşkın tek rengine daha doğrusu renksizliğe eriştirmek…
…
Duyan varsa, “Duyuran” da mevcut.
Duymak ki, bir gönül yeteneği. Haberdârlık…
Hz. Mevlâna, “bir farkındalıktan”, “ruh yüksekliğinden” bahsediyor. Kimin daha fazla haberi varsa, onun rûhu daha üstündür. “İnsanların ruhu, hayvanların ruhlarından üstündür. Neden? Çünkü bizim ruhumuzun her şeyden daha fazla haberi var.”*
Haberdarlık ise, ruh gözünün açıklığı ve onun buyruğundaki diğer azaların uyanıklığı; daha doğrusu “varlığımızı” Hakk emrine vermekle kaim olsa gerek.
“Duyan”; manevî eğitimle, faydalı ilimle, duyuşunu keskinleştirecek; anlamı bilip, cevheri görecek, işleyecek, güzel fiillerle varlığı(nı) inşa edecek.
Duymak; O’nla irtibatı koparmamak, aydınlık bir şuurla huzura durmak…
Mutluluğun daniskası, en hası, gönlün sefası…
*Cevahir-i Mesneviyye , cilt:2, Şefik Can, Ötüken, 2001, sh. 493)