Nereye gidiyoruz yazı serisi
İçinde bulunduğumuz durum hiç şüphesiz hepimizi etkiler. Huzur ortamında bu durum müspet yönde etkilerken, çile ve eziyet ortamında insana menfi tesirler yapar. Bu ortamda yaşayan insan eğer şairse bu ortamı dile getiren şiirler yazarken eğer edip veya yazar ise ortamın durumunu kaleminden kâğıda dökebilmek için uğraşır, didinir durur.
Yine bir seçime giderken, insanların büyük kalabalıklar halinde bir o yana bir bu yana savrulması karşısında duygulanmamak ve konuyu tespit açısından durumu yazıya dökmek benim gibi yazarların kaçınılmaz arzu ve görevlerinden biri olmaktadır.
Hiç şüphesiz insanların kitleler halinde oraya buraya sevk edilmesinde en büyük amil (etken), büyük güce sahip medya yani gazetelere ve televizyonlardır. Çünkü artık hepimiz yatak odalarımıza kadar gider bu cihazların esiri durumundayız. O kanallardan bize gelen haber ve yorumların doğrusunu kendi imkânlarımızla araştıramadığımızdan, verilen haberleri aynen kabul etmeye mecbur kalmaktayız.
Bulunduğumuz asırda büyüğü küçük, küçüğü büyük gösteren birer sirk aynaları gibi seyircisine yansıtan bu cihazlar, bize neyi nasıl takdim ediyorsa onu alıyor veya vazgeçiyoruz.
Ama hiç değişmeyen bir gerçek vardır ki bizim bütün hareketlerimiz ve hatta düşüncelerimiz her an kare kare ve saniye saniye kayda alınmakta, yaptığımız her hareketten somlu tutulacağımız gün, bize hızla yakalaşmaktadır.
O gün bizi, (eğer yanlış yoldaysak) “Efendim, ben bilemedim. Bana televizyonlar olayı böyle takdim ettiler ben de onlara uyarak böyle hareket ettim” demek kurtarmayacaktır. Tabii bunun tersi de doğrudur. Senin yolunu, istikameti düzgün televizyon düzeltmiş ve sen de istikametini ona göre tanzim etmişsen büyük mükâfatlar almaya hak kazanacaksın.
HER İŞİN İKİ BOYUTU VARDIR
İnanan ve ahiret günü hesabını bilen bir insan, bir şeye evet demeden önce, aklıyla düşünmeye ve kendine sunulan haberleri, Allah’ın ölçüleriyle tartmaya mecburdur. Bizler, “uydum kalabalığa…” mantığıyla hareket edecek insanlar değil, akıl (düşünüp tartabilme), basiret (kalp gözü açıklığı) ve feraset (olayların arkasında ki gerçekleri görebilme) melekelerine sahip insanlar olabilmeliyiz.
Kabil olsa bir takım insanlar işin sadece madde boyutunda kalarak, “evimizin önüne kadar bütün yollara altın döşeseler”, bu işlerinin karşılığı olarak da bizden kendilerini onaylamanızı isteseler, bizler kendimizi, “bu işin manevi boyutu nerededir” diye araştırmaya ve ona göre karar vermeye mecbur hissetmeliyiz. Çünkü yalnız maddiyat, bu gün olduğu gibi bizim hırsızımızı, soyguncumuzu, hortumcumuzu… arttıracaktır.
Yok, eğer bu inceliği kavrayamıyor, bu sorumluluğu hissedemiyorsak o zaman bu altın döşeme işlerini yapanların bizden beklentilerinin karşılığını onlara vermeye hazır olmamızı, ahirette de zulümlerine ortak olmanın hesabını vereceğimizi bilmemiz gerekir.
ŞİMDİ SEN KONUŞ ÜSTAD
Başta bizler olmak üzere gençliğimizin imanlı olarak yetişmesinde büyük emeği olan asrımızın yetiştirdiği büyük sanatkâr, edip ve şair Necip Fazıl Kısakürek’in bu konuları dile getiren “Destan” isimli şiirine, bizi saran gaileleri bir taraf atarak kulak verelim, şimdi.
Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!
Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak:
Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden,
Çatırdılar geliyor karanlık kubbemizden,
Çekiyor tebeşirle yekun hattını afet;
Alevler içinde ev, üst katında ziyafet!
Durum diye bir laf var, buyrunuz size durum;
Bu toprak çirkef oldu, bu gökyüzü bodurum!
Bir şey koptu benden, şey, her şeyi tutan bir şey,
Benim adım bay Necip, babamınki Fazıl Bey;
Utanırdı burnunu göstermekten sütninem,
Kızımın gösterdiği, kefen bezine mahrem.
Ey tepetaklak ehram, başı üstünde bina;
Evde cinayet, tramvay arabasında zina!
Bir kitap sarayının bin dolusu iskambil;
Barajlar yıkan şarap, sebil üstüne sebil!
Ve ferman, kumardaki dört kıralın buyruğu;
Başkentler haritası, yerde sarhoş kusmuğu!
Geçenler geçti seni, uçtu pabucun dama,
Çatla Sodom-Gomore, patla Bizans ve Roma!
Öttür yem borusunu öttür, öttür, borazan!
Bitpazarında sattık, kalkamaz artık kazan!
Allahın on pulunu bekleye dursun on kul;
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.
Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;
Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa!
Kubur faresi hayat, meselesiz, gerçeksiz;
Heykel destek üstünde, benim ruhum desteksiz.
Siyaset kavas, ilim köle, sanat ihtilaç;
Serbest, verem ve sıtma; mahpus, gümrükte ilaç.
Bülbüllere emir var: Lisan öğren vakvaktan;
Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!
Bak, arslan hakikate, ispinoz kafesinde;
Tartılan vatana bak, dalkavuk kafesinde!
Mezarda kan terliyor babamın iskeleti?
Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?
Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;
Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap.
İçinde bulunduğumuz durum hiç şüphesiz hepimizi etkiler. Huzur ortamında bu durum müspet yönde etkilerken, çile ve eziyet ortamında insana menfi tesirler yapar. Bu ortamda yaşayan insan eğer şairse bu ortamı dile getiren şiirler yazarken eğer edip veya yazar ise ortamın durumunu kaleminden kâğıda dökebilmek için uğraşır, didinir durur.
Yine bir seçime giderken, insanların büyük kalabalıklar halinde bir o yana bir bu yana savrulması karşısında duygulanmamak ve konuyu tespit açısından durumu yazıya dökmek benim gibi yazarların kaçınılmaz arzu ve görevlerinden biri olmaktadır.
Hiç şüphesiz insanların kitleler halinde oraya buraya sevk edilmesinde en büyük amil (etken), büyük güce sahip medya yani gazetelere ve televizyonlardır. Çünkü artık hepimiz yatak odalarımıza kadar gider bu cihazların esiri durumundayız. O kanallardan bize gelen haber ve yorumların doğrusunu kendi imkânlarımızla araştıramadığımızdan, verilen haberleri aynen kabul etmeye mecbur kalmaktayız.
Bulunduğumuz asırda büyüğü küçük, küçüğü büyük gösteren birer sirk aynaları gibi seyircisine yansıtan bu cihazlar, bize neyi nasıl takdim ediyorsa onu alıyor veya vazgeçiyoruz.
Ama hiç değişmeyen bir gerçek vardır ki bizim bütün hareketlerimiz ve hatta düşüncelerimiz her an kare kare ve saniye saniye kayda alınmakta, yaptığımız her hareketten somlu tutulacağımız gün, bize hızla yakalaşmaktadır.
O gün bizi, (eğer yanlış yoldaysak) “Efendim, ben bilemedim. Bana televizyonlar olayı böyle takdim ettiler ben de onlara uyarak böyle hareket ettim” demek kurtarmayacaktır. Tabii bunun tersi de doğrudur. Senin yolunu, istikameti düzgün televizyon düzeltmiş ve sen de istikametini ona göre tanzim etmişsen büyük mükâfatlar almaya hak kazanacaksın.
HER İŞİN İKİ BOYUTU VARDIR
İnanan ve ahiret günü hesabını bilen bir insan, bir şeye evet demeden önce, aklıyla düşünmeye ve kendine sunulan haberleri, Allah’ın ölçüleriyle tartmaya mecburdur. Bizler, “uydum kalabalığa…” mantığıyla hareket edecek insanlar değil, akıl (düşünüp tartabilme), basiret (kalp gözü açıklığı) ve feraset (olayların arkasında ki gerçekleri görebilme) melekelerine sahip insanlar olabilmeliyiz.
Kabil olsa bir takım insanlar işin sadece madde boyutunda kalarak, “evimizin önüne kadar bütün yollara altın döşeseler”, bu işlerinin karşılığı olarak da bizden kendilerini onaylamanızı isteseler, bizler kendimizi, “bu işin manevi boyutu nerededir” diye araştırmaya ve ona göre karar vermeye mecbur hissetmeliyiz. Çünkü yalnız maddiyat, bu gün olduğu gibi bizim hırsızımızı, soyguncumuzu, hortumcumuzu… arttıracaktır.
Yok, eğer bu inceliği kavrayamıyor, bu sorumluluğu hissedemiyorsak o zaman bu altın döşeme işlerini yapanların bizden beklentilerinin karşılığını onlara vermeye hazır olmamızı, ahirette de zulümlerine ortak olmanın hesabını vereceğimizi bilmemiz gerekir.
ŞİMDİ SEN KONUŞ ÜSTAD
Başta bizler olmak üzere gençliğimizin imanlı olarak yetişmesinde büyük emeği olan asrımızın yetiştirdiği büyük sanatkâr, edip ve şair Necip Fazıl Kısakürek’in bu konuları dile getiren “Destan” isimli şiirine, bizi saran gaileleri bir taraf atarak kulak verelim, şimdi.
Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!
Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak:
Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden,
Çatırdılar geliyor karanlık kubbemizden,
Çekiyor tebeşirle yekun hattını afet;
Alevler içinde ev, üst katında ziyafet!
Durum diye bir laf var, buyrunuz size durum;
Bu toprak çirkef oldu, bu gökyüzü bodurum!
Bir şey koptu benden, şey, her şeyi tutan bir şey,
Benim adım bay Necip, babamınki Fazıl Bey;
Utanırdı burnunu göstermekten sütninem,
Kızımın gösterdiği, kefen bezine mahrem.
Ey tepetaklak ehram, başı üstünde bina;
Evde cinayet, tramvay arabasında zina!
Bir kitap sarayının bin dolusu iskambil;
Barajlar yıkan şarap, sebil üstüne sebil!
Ve ferman, kumardaki dört kıralın buyruğu;
Başkentler haritası, yerde sarhoş kusmuğu!
Geçenler geçti seni, uçtu pabucun dama,
Çatla Sodom-Gomore, patla Bizans ve Roma!
Öttür yem borusunu öttür, öttür, borazan!
Bitpazarında sattık, kalkamaz artık kazan!
Allahın on pulunu bekleye dursun on kul;
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.
Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;
Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa!
Kubur faresi hayat, meselesiz, gerçeksiz;
Heykel destek üstünde, benim ruhum desteksiz.
Siyaset kavas, ilim köle, sanat ihtilaç;
Serbest, verem ve sıtma; mahpus, gümrükte ilaç.
Bülbüllere emir var: Lisan öğren vakvaktan;
Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!
Bak, arslan hakikate, ispinoz kafesinde;
Tartılan vatana bak, dalkavuk kafesinde!
Mezarda kan terliyor babamın iskeleti?
Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?
Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;
Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap.