Gerilim filmi mi seyretmiştim, magazinle mi yatıp kalkmıştım, teknolojik oyuncaklarla mı aynîleşmiştim. Zaman tükenirken, nelere çekilmiş, gömülmüştüm.
Göz neleri kaydetmişti ve muhtemelen kayıp hanesine geçmişti.
Bazen insan kıyıda kaldığını zannetse bile, aslında içine dalıp battığı, onu etkilemiş ve bir yerde derununa işlemiş, ruhunu kirletmiş muhtelif sahneler bir ikaz, kaçınılmaz bir gerçeklik, kâbus olarak karşısına çıkar.
İliklerime kadar ürperdim. Bin bir duygu rengine girdim.
Korktum, telâşlandım. Gözlerimi hemen kapadım. Oysa burnumun dibindeydi. Gaflet uykusunda bile aşikârdı.
Kaçamadım, uykulu gözlerimi açamadım. Varlığı dahi bir saldırıydı. İlle maazallah hücum etmesi, gırtlağıma çökmesi gerekmiyor.
Akıl almaz bir çirkinlik. Başında uzun beyaz bir örtü. Yüzünde unutulmaz, delici iğrenç bir tebessüm.
Bütün melanet, hamakat, şeametin dolduğu bet, gayya kuyusu gözler…
Dili simsiyah ve parçalı. Üzerindeki küçük bölmeler, dönekliği, her yere yöne çevrilebilirliği ve fenalığı temsil ediyor olmalı.
Apaçık bir tehdit.
Çaresizlik, direnme, çocuksu, korktuğunu belli etmeyip yüzleşme duygusu; görüntüyü, korkunç hayali bir an evvel silme, kaçma gayreti.
Kendi dışımda, içimde. Ama benimle, bir şekilde ilgili.
Ya bensem? Aynadaki yüzün mü KÜÇÜK(!) hanım?
İç âleminden kim emin olabilir. Emniyet de, tatmin, özünü beğenme de büyük bir arıza değil mi.
Feveranlarımızın, tepkilerimizin, öfkelerimizin birçoğu nereden kaynaklanıyor; saygın(!) kişilik haklarımıza hücum edildiğini düşünmemizden mi? Malûm kibrimizden mi?
Hem, kim bu melun, estetiksiz(!) uğursuz mahlûk; püsküllü belanın kadını. Neydi bu dişi felaketin adı?
…
Tasavvuf edebiyatının önemli eserlerinden Âmâk-ı Hayal’ de Raci, çıktığı yolculukta bir sarayla karşılaşır. Saray için rehberi şöyle bir uyarıda bulunur:
“Bu saray insanların ayağını kaydıran yerdir. Bu saray imtihan yoludur. Mertlik ve sebatın sağlam ipine yapışanlar bu yolu geçerler. İlerisi Hiçlik Zirvesidir. Lâkin buradaki gösterişe ve gönül çekici şeylere kapılanlar acınma, sızlanma ve üzüntü çukuruna düşerler. Burası arzu ve emel cenneti, ilerisi ezelin hiçlik meydanıdır. Burası faydasız gösterişlerle dolu bir yuva, burası her ziyaretçisini işkencelerle mahveden bir misafirhane; ilerisi zevk ve hürriyet meydanı, ilerisi her türlü kayıttan uzak âlem, vahdet, teklik âlemidir. Burada kalanın son gideceği yer inilti ve âh çekme köşesidir; öteye giden dert ve elemden kurtulup rütbesizliğe erer.”
Bahçesi bile, rengârenk mücevherle bezenmiş sarayda, sayısız güzel cariyeyle karşılaşır.
İlerdeki, Raci’yi “Gel… Gel…” diyerek çağıran, “kavuşmaya ve muhabbetine can atan” Bayan Güzellik ise, şöyle tanımlanır: “Dünyada gördüğüm en güzel kadının bu güzellik perisine göre durumu, on paralık fersiz bir mumun nur saçan güneşe göre durumu gibi idi.”
Raci sevgilisine iştiyakla sarılır. Kavuşma bir an sürer. Gök gürültüsünü andıran bir sesle dünya alt üst olur. Düşen bir yıldırımla, saray bir avuç toprak yığını gibi erir nihayet yıkılır.
Raci kendini, çirkin suratlı bir acûzenin kucağında bulur:
“O kadar çirkin, o kadar pis idi ki, bir hayret ve tiksinti çığlığı koparmakla beraber boynuma sardığı kollarını açarak kendimi kurtarmaya çalıştım. Baykuş sesini andıran kahkahaları salıverdikçe hilal şeklini almış olan çenesi, kartal gagasına benzeyen burnuna bitişiyor, bu iki çengel birbirinden ayrıldıkça çirkef çukuruna benzeyen ağzı açılıyor, sararmış uzun dişleri görülüyordu. Ben kendimi kurtarmaya çalıştıkça kocakarı var kuvvetini pazuya verip bırakmamaya çalışıyor ve diyordu ki:
-Nankör! Az önce ayaklarıma kapandığını ve tattığın eşsiz aşk zevkini unuttun. Bir an sonra ben yine o şekli alacağım.”
Muhteşem sarayın yerini bir süprüntülük almıştır. Raci güçlükle, sahtekâr düzenbaz varlıkların ellerinden kurtulur. Ve çıktığı dağı inmeye başlar. Ama bir yandan da, ağır sözlerle eleştirilir:
-Ey sözünde durmayan insan! (..) Ey gafil adam! İn bu yerlerden; git, in… Önünde diz çöktüğün, kendini ve ruhunu eline teslim ettiğin çirkin suratlı kocakarıya, dünyaya git. Sen insanların ileri gelenlerinden değilsin. Sen bu meclisin eri değilsin. İn, git. Git ki, emel ejderhası ciğerlerini yesin. Git ki, aşırı arzu akrepleri Nemrut gibi beynini kemirsin. Git, git ki, dünya leşinden bir köpek eksilmiş olmasın. Git, git ki, mert kimselerin gül bahçesi dolmasın.”
…
Neye benzetilirse benzetilsin, ne denilirse denilsin dünyanın cazibesi meydanda.
Nice kılavuzlar, Hak dostları gelip geçse, türlü tecrübeler görüp(!) yaşasak da; onun yüzlerinden maskelerinden biri yine hoşumuza gidecek ve biz kollarına atılmaktan belki de kurtulamayacağız. Düşeceğiz kalkacağız. Ortada kalıp, yalpalayacağız.
Ancak kabul etmeli ki, bir başka açıdan, “Benliğim” işi Senliğe; topu harice attı. Hatayı kendinde bilmedi, çirkinliği gölge varlığına yakıştıramadı.
Rüyadaki cadu, yüce(!) zâtım değildir, ben ancak sihirli elma yiyenlerdenim, masumum dedi. Sözüm meclisten dışarıdır, uzak dursun, istemem kim alırsa alsın bu gudubet kadını, Dünyadır o buyurdu.
Adamakıllı uyuşmuş, Dünyayı gördüm güya.
Fakat şaşkınlığım, kararsızlığım, dalgalanmam niye. Bu kör gidiş ne(re)ye?
Ağlasak da gülsek de, yürüyüp gidiyoruz işte.
Hepimiz Raci’yiz neticede.