Elimde bir sinema bileti var.
Kim ne zaman tutuşturmuş onu elime, hiç bir fikrim yok. Bildiğim tek şey, bir sinemaya girmişim ama hangi salona geçmem gerektiğini bile bilmiyorum henüz. Fakat bu filmi izlemem gerektiği yönünde güçlü bir his var içimde. Biletim kesilmiş, demek ki muhakkak izlemeliyim. Karşı konulamayacak kadar kuvvetli bir his bu, belki de yaşama içgüdüsünün ta kendisi hatta.
"Aa o filme biletin mi var, ne kadar şanslısın, biliyor musun o bileti herkese vermiyorlar" diyorlar beni görenler. 'Bedensizler' diye kendilerini tanıtanlar. İmrenme hatta kıskançlık dolu bakışlar beni süzmeye devam ettikçe, içimdeki telaş artıyor. Bir an önce salonumu bulmalı, yerime oturmalı ve filme yetişmeliyim. "Acele et" diyorlar. "Film birazdan başlar."
Sonra, bir yabancı gelip kolumdan tutarak, girmem gereken salona apar topar sokuyor beni. ANA salona. Babama benziyor o kişi de sanki... Ona teşekkür bile edemeden kapı kapanıyor ve fakat. Neyse. Film başlıyor. Tam zamanında!
İlkin oyuncuların ismi beliriyor ekranda. Hemen en başta, kendi ismimi okuyorum ekranda ve bununla eş zamanli olarak -bir an bile gecikmeden- artık seyirci koltuğunda değil; filmin tam içinde buluyorum kendimi. Bu kadar mı olur! Bir film üç boyutlu olabilir de bunu da mı yapmışlar, yok artık, teknoloji ne kadar da ilerlemiş meğer!" diye geçiyor aklımdan.
"Senaryosunu ve uzunluğunu bilmediğim bir filmin içindeysem, rol de yapmam o zaman!" diye isyan ediyorum hemen, yönetmene. Hiç bir zaman kendisini göremediğim yönetmene... "Kendin ol yeter zaten" dediğini duymuyor ama anlıyorum. Biz onu hiç bir zaman kulaklarımızla duyamazmışız zaten. Figüranlar söylüyorlar bunu bana, gizlice. ('Gizlice' dediğime bakmayın. Yönetmenin her şeyden haberi var) Buranın figüranları da kendi filmlerinin baş rol oyuncuları, aynı zamanda. Ve buranın da kuralları olduğunu anlıyor, buna hak veriyor ve saygı gösteriyorum hemen o dakikadan sonra.
Ah ah ah... Başıma neler geliyor o filmin içinde, bir bilseniz! Nasıl hala ayaktayım dediğim anlar, ayaklarımın yerden kesildiği zamanlar ve zeminin ayaklarımın altından kayıp gittiği vakitler... Uçmak, düşmek, yürümek ve koşmak arasında geçen var oluşlar... Ateşlerin içinden geçtiğim de, bulutların arasında süzüldüğüm de vaki hem.
Yorulduğum oluyor bazen. "Film ne zaman bitecek?" diye, yönetmene soruyorum. Cevap vermeyip, sessizlik içinde susuyor sadece. Filmin en güzel kısmına, filmin o 'koptuğu' ana henüz ulaşmadığımı anlıyorum sonra birden. Bir başkasının değil ama sadece kişinin kendisinin anlayacağı bir seziş ve bilişle anlıyorum bunu.
Tabi tüm bunlar olurken, seyircilerin hiç birisini göremiyorum. Işık gözümü aldığı için. Hatta orada kimse var mı, yok mu, bunu bile bilemiyorum. Olsun be azizim. Ve azizelerim... Tabi eğer hala oradaysanız.
Hani ekranda kendi ismimi okumamla eş zamanlı olarak, artık seyirci değil de oyuncu olduğumu söylemiştim ya... Ve ilk beliren ismin bana ait olduğunu. Benden başka oyuncuların isimlerini hiç görememiştim dolayısıyla. Fakat ekranda göremediğim isimlerin bazılarını, filmin içindeyken anlayabiliyorum. Her seferinde de 'ezelden aşinanım' diyen bir şarkı çalınıyor o sırada sahnede. İyi karakterler, kötü karakterler... Zalimler ve dostlar... Hepsinden var bu filmde.
Sahnedeyken, daha en başından beri, bir vücudun içinde olduğumu anlıyorum, bir de. Hani salonumu ararken etrafımda gördüğüm o 'bedensizler'den çok farklıyım bu bakımdan. Zamanla büyüyen, bir noktaya kadar gelişen ve eskiyen bu bedenin aracılığı olmadan, bir filmde oynamak da mümkün olmazmış gibi zaten. Ne bileyim...
Ve ben şu anda hala o filmin içinde, kendi başrolümü oynuyorum. Oynamak da değil. Bulunuyorum, diyelim. O halde 'ben şu anda hala o filmin içinde bulunuyorum.' Başrolde. Bakalım filmin aynı zamanda yapımcısı ve senaristi olan yönetmen, filmi nasıl bir noktaya götürecek. Umulur ki, mutlu sonla biter.