Öykü kitaplarından birinde; kadın karakterin sevdiğinin zararlı alışkanlıklarına, sigarasına bile sempatiyle bakan tasviriyle karşılaşınca; bütün şerri tasdik eden, hatta yüceltebilen devirlere âşina, zehirli külâhlı sunuşlara alışık olmamıza rağmen, kalbim itiraz etti.
Benzer durumları ve ağulu bir yekûnu düşününce, tesir sahası genişledi.
Öyküde sigara; âşıkane bir yakış ve nazarla, Sevgilinin hayalini tamamlayan bir aksesuar, masumane bir iz; kibarlara yaraşır nesne olarak görülüyordu.
Devirlere göre algı değişse bile; gerçek, duman gibi farklı b(içimlere) çekiliyordu.
Kadınların zarif parmaklarına da söz gelişi yakıştırılıyordu.
Vurgulu s(atış) gerektirse de; sanat, edebiyat, sinemayla, ilk görünüşte estetik hesaplar devreye giriyordu.
Edalı içişler vardı; tütün rayihalı resimlerde bir vezin şiir âhenk yakalanırdı. Sigara ağızlığı ayrı bir hava yaratırdı.
Tiryakilikten yana yakılınsa da, kim bilir ne sorunlar, müşküller, üç beş nefesle içe çekilerek yakılırdı.
Zamanlar, gelecek sislenir karalanırdı. Zaaflar hiç geçmez, ardı arkası kesilmez; mütemadi yaşanırdı.
Çevrede bir üstencilik, özgürlük, gösteriş, yıldızlı kişilerle aynileşme gibi mahiyetini kestiremediğimiz binbir çeşit duyguyla; atmosfer tütsülenir kokulanırdı.
İnsanı içmiş asaletli eğlenceli Dumanlar; uzanıp kıvrılır, yollanır, boy(a)lanırdı.
Muzır bir bağımlılık ötesi, renkli dilbaz bir kötülüğe eklemlenecek bir bağın hoşgörümü, kiminde kutsanması da işin içinde vardı.
Akıl kılıflar, bahaneler üretilir; kim bilir hangi iç manevî ihtiyacın tesiriyle; haddizatında kendisine düşman bu maddenin imajını düzeltir, çeşitli savunma mekanizmalarıyla nefsini ve onu temize çıkarmaya çalışırdı.
Kendimizi kandırmak, vazgeçilmez özelliklerimizden olsa gerekti.
Habaset kuşanmış kapıların açılışı, herhalde küçük zannedilen önemsenmeyen giriş, iptilalardan ve müptelalardan başlardı.
Çocukluğumu hatırladım, duygusallaştım. Ailemde kimse sigara içmezdi. Hiç heveslenmedim, ama misafir için elzemdi.
Eve geldiğimizde bazen kasveti, çökmüş bir hüznü gideren; sonraları burukluğu çoğaltsa da, nadide bir konuktan alâmet, mutlu hayatları imleyen, yabancı ama hoş bir kokuyla karşılaşırdık. Kül tablaları o an için farklı bir işlev üstlenirdi, sanki sevimliydi.
İleri ki yıllarda, uzak değil yakın bir bakışla; sevdikleriniz üzerinde sigaranın olumsuz etkisini, bazılarınınsa ısrarlı ikramlarını görünce, nefretiniz katmerleşirdi.
Yakınlarınız -nalet şeyi- birbiri arkasına ularken içiniz titrer, mani olamamanın azabıyla, ruhî bir işkenceye maruz kalırdınız.
Zaman geçince, haram mı, harama yakın mekruh mu gibi ince sorular, titiz bir hoca endişesiyle(!) devreye girerdi.
Başka bir boyuttan bakınca; azalar, ağız(dil, dudak) kirletilmemelidir. İçine giren çıkan maddesiyle, mânâsıyla önemlidir benzeri düşünceler, bir yandan size girişirdi.
Sadece parmaklar arasında kıstırılmazdı. Genellikle beyaz bir bacanın içindeki mahpus ruh, çıkmak için çabalar, lâkin dumandan boğulur, esaret kafesinde sıkışıp kala kalırdı.
Ete kemiğe değil, izmarite bürünmüş insanlardık belki de.
Nihayetinde insanların değil; saklanıp gizlense, diplere köşelere savrulsa da izmaritlerin hürriyeti söz konusuydu.
Kullandığımız mı, kullanıldığımız mı kuşkuluydu.
“Biraz kül biraz duman…”. Hayır, o Ümit Yaşar değildi. Üzerine tütün basılmış, sonu açık, menhus bir yolda çoğu defa Umut’lar yaşayamaz, kesilirdi.
Hayatımızın önemli bölümünü, sadece sigara, muzır itiyatlar, bağımlılıklar değil; beyhûde düşünceler, uğraşlarla yaktığımızı, keyifle dumana verdiğimizi hatırlayınca; dikkate almamız, titizlenmemiz, tanzim etmemiz gereken pek unsurun, olgunun, eylemin varlığını da kabullenmemiz icabederdi. Püflenmiş hayat uçar giderdi.
Zevk, bağımlılık kılık değiştirirdi kiminde.
Puro lezzetini severlere göre mesela, içince saygınlık mı kapılırdı. Yoksa seçkinlerin mi harcıydı.
Mücadele görüntüsü verilse dahi, âdeta sigaranın getirdiği tahribattan muafmış gibi, bir başka tütünlü oyuncak, nargile bizi yakalardı.
Peşpeşe açılan dükkânlarla; mekânların hususî bölümleriyle, esasen tütün ailesi çoktan onaylanmış, savaşı kazanmıştı.
Bir ata yadigârına(!) daha sahip çıkmanın keyfiyle, Osmanlıcılık havasıyla oynanırdı.
Yüksek bir tarih şuuruyla, ele bayrak, nargile, başa üflemeli çalgılı, hava pompalı fes, kalpak, şapka alır, meydandaki en aşikâr pislikleri; “Diriliş” izlemenin ve vazifesini yapmışların huzuruyla izler, sonra kahraman gözlerimiz mutlulukla kapanır, derin fütuhatlara dalardı.
Müessif tecrübelere, her şeye rağmen, haz tüketim ön plandaydı.
Alt üst akılların güdümünde, modern yaşam biçimimizin etkisi ve gücüyle mesele bambaşka kisvelere bürünürdü.
Dünyevî perdeler gittikçe kesifleşirdi.
Tütün belki de beraat(!) etmiş, fenalık almış yürümüştü, içimiz elvermese de.
Ciğerleriniz yüreğiniz pussuz issiz kalsın, gözünüz kararıp, başınız dumanlanmasın diye dua edilirdi fakirce.
Dünya durdukça yakarışlarımız, güzelce fiillerimiz sürsün yine de…
Fakat eğer her varlık bir “kelimeyse”, bedeli ölmekse bile; bir avuç Kül’den, Kün’e inkılâp edemez, yazılamaz mıydık son tahlilde.
Şükürler olsun, dumanı üstünde bir yazı ortaya çıktı; sözcüklere üflenince.
İzmar: Saklama gizleme