Yok. Ama bazıları (gerçek) mutluluk diye bir kavram olmadığını söylese de, kısa süreli, tadımlık dünyevî saadetleri, bazen de maneviyatın kendini gösterdiği lezzetleri hissediyoruz.
Mutluluk biraz huzur, rıza, teslimiyet, ümit ve azimden geçiyor. Tek başına salt çıplak bir duygu değil.
İçinde belli çabalar, özler, ruhî tezyinat, şekillendirme ve ölçüler mevcut. O yüzden zor, koruması güç, nadide. Yılmaz bir savaşçı olacaksınız belki de…
Dünyevî mutluluklar, nimetler, tatlı sevinçler sıkıntılarla örülü. Dört dörtlük değil.
Zaten bu şartlarda başka türlü olması da imkânsız. Yaratılış, gidişat, düzen böyle.
Neticede yaşadıkça, derece derece, ıstırap getiren bir tazyiki duyuyor; bocalama, şaşkınlık, bir cendere içine giriyor ve kur(gul)uyoruz. Kiminde bize en acı veren noktalarda, hâkim olan ve bazen tüm hayatımızı vuran.
Farkına varmadan, bütün bunaltı, dertlerimizi, bir noktada kesiştirip, sıkıntılar demeti, amansız bir çile yükü meydana getiriyoruz.
Buna mukabil; değişik yollardan, gamın, elemin baskısından, çeşitli biçimlerde kaçmaya çalışıyoruz.
Bir tür uyuşma, sanal ortamlar, nostalji, sırf bedeni gezdirdiğimiz seyahatler, eğlence vasatı, türlü oyalanışlar, sürekli değişen arkadaş yoldaşlar(!) zıp zıp yolculuklar, sele rüzgara kapılıp, kendini koyuşlar, oyuncaklar.
Oysa hadiselerin dilini, söylemek istediklerini; gerçeği olduğu hâl üzere bilenlerden değiliz.
Kendimizle, olaylarla ilgili bu âlemin hükmünü, verilerini tam anlamıyla kavrayamıyoruz.
Kısmî sahih bilgi; zamana, gelişen şartlara ve tekâmülümüze de bağlı. Tecrübe göreceli, istidat, nasip, vüsat vs. gibi olgularla alâkalı.
Zekânın, bilginin, sonuçta insanın da yeryüzü sınırları var.
…
Bazen yer değiştirmek (hapsolduğumuz ortamı, zihnen de olsa farklılaştırmak); bazen çevrenin, muhataplarımızın, bir dünya ölçeğinin bakış açısını kuşanmak, biraz yükselmek, sorunları nispeten hafifletiyor.
Samimi, başta kendimizi aldatmaktan uzak, hâlis bir din algısı da çare ve yardımcı olabiliyor.
Asıl Müsebbip, YârYüzü Allah’a sığınmak; ikinci dereceden nedenlerde, kişilerde saplanıp kalmamak, insana yaraşır ulvî bir hedefi daima göz önünde bulundurmak.
Fakat bu da eskisi kadar kolay değil. Sapmaların, zevalin, z(illetin) boyutunu, istemesek de, dehşetle görüyoruz.
Mutluluk yalnızca madde de bulunmuyor.
Lâkin kimi mânâ insanı iddiasındaki sahtekârlar da tam tersi, aksi istikametteki hareketleriyle, hedefleriyle; söylemlerinin, inançlarının adamı olmadıklarını, saadeti, kalp(!) ile ruh zevkini, artık (yere) göğe sığdıramadıkları Cenneti, murdar dünyada aradıklarını ne yazık ki şeytanî göstergelerle bize ispatlıyor.
İlâhi Yasaları ve günah, suç kavramını, keyifleri için utanmazca ortadan kaldırıp; her kepazeliği mubah, helal(!) sayıyor.
Zirvelerde, kurtarıcı(!) olduklarını mavalını okusalar da; sırf zavallı, zaif beden içinde, at gözlüğüyle, alçakça dolanıp duruyorlar.
Nefsin müptezelliğine, derekesine; Tanrı’ya isyanın, hamakatın şiddetine, cürete bakınız. Ve bir de fikirsiz, kör, perişan izleyicilerini, akıbeti düşününüz.
Son günlerin bazı hadiselerine, herhalde bu gözle de bakmak; eline, eteğine yapışılanlara, tepemize çıkardıklarımıza dikkat etmek gerek. Ki hepten batmayalım, hüsrana uğramayalım.
Velhasıl, zamanın mümininin işi, mesuliyeti ağır, imtihanı çetin.