Halid Ziya Uşaklıgil, Onu Beklerken isimli hikâyesinde, vatanından uzaklaştırılmış, küçük bir zenci kızın “memleket hasretini” anlatır.
“Her şey ama her şey ona yabancıdır.”. Tek dostu olarak ayı görür. Dolunay ona, memleket göğünün, bütün özlemini çektiği şeylerin bir hülâsası, belki yitik sevgilerin timsali gibi de görünür.
El’dir, ötekidir, dolayısıyla ayrıktır uyumsuzdur. Bir sevgi mahrumiyeti içinde garip ve doyumsuzdur... Acısının içinde yutulmuş ve boğulmuştur. Olay şu dokunaklı satırlarla anlatılır:
“... Bir atılımla ruhunun olanca özlemini, yüreğinin aşırı susamışlığını duyurmak isteyen bir kucaklayışla kendisine uzaklardan selam getiren bu gökler kraliçesini selamladı... İşte ilk kez olarak yurdundan, kendi göklerinden olan bir şeyle karşılaşıyordu. İşte sonunda ruhuna bir can yoldaşı, düşüncesine yakın bir dost bulmuştu... Kendi göklerinin altında bulunduğu kuruntusuyla, ülkesine yaklaşmış gibiydi.” (İnkılâp Kitabevi 1992, sh. 12-13)
Artık küçük kız, hep dolunayın peşindedir; daima onu görmeyi diler. Fakat ayın evreleri vardır; güneş gibi batar çıkar. Kız dolunayı dilediğince göremeden, damda iştiyakla beklerken kış soğuğunda -herhalde sevgisizliğin, ilgisizlik ve iletişimsizliğin soğuğunda- ölür gider... Ya da beklediği şefkati, kar örtüsünün anaç sevecenliğinde bularak, terk i diyar eder.
Hikâyenin gelgitleri ve serpintileri üzerine birkaç kalem darbesi:
...
Dolunay gibi nice dostumuz vardır oysa... Bütün sema, canlı cansız.. emrimize verilmiş, önümüze serilmiş bütün bir tabiat... Sonra aklımız, kalbimiz.. Merak, keşif duygumuz, ilim hazinelerimiz... Baştan ayağa “kendimiz”... Hep Dost. Dost’tan neşideler, terennümler...
Sevme duygusu boylu boyunca... Önce insan ve tüm güzel(leme)ler. Dünyevî uhrevî ezgiler... İlâhî rengin kelimeler, soylu rehberler...
Diğer tarafta “Yer demir, gök bakır” diyerek, sınırların eşyanın ötesine kayıtsız, derinliksiz, kendini ketleyenler; aşırı uçlarda olup, ruhlarını dehleyenler, sema kaçkını meteliksizler...
Fakat sadece çocuk yaşlarda değil, yeterince büyüdüğümüzde de bu bağışları, ihsanları görmekten, idrak etmekten yoksunuzdur. O yüzden hayatı kendimize zehretmekte üstümüze yoktur. Aynı dar bakış açısını, bütün hayatımıza yayarız. Ömrümüzü “genel bir körlükle”, bonkörlükle(!) dürer katlarız.
Küçük kız, kaybolan aya güvensizlik duyar ama başka çare de göremez... Sevdiklerimizin, değer verdiklerimizin fanilikleri gözümüzün önüne gelir. Nimette, sınırlanmış olanda, genel geçerde takılı kalmamayı ve Hz. İbrahim’i hatırlarız. Halilullah’ın sarsıcı öyküsü, yol alışı ve O’nun ölçüsü bizi uyarır.
Belki beklemeye değecek; doğuşuyla sadece ânı/günü değil, geçmişi geleceği de kıymetlendirecek ve gelişimimizi anlamlandıracak “hakikî bir dolunayı” beklemelidir.
Cemadatın, nebatın, tabiatın arkasındaki, en baştaki ve en sondaki Cemalullah... Kutsal İmza’yı seçebilmek ve lâyığıyla baş koymaya çalışmak...
Hayatımızın her ânında O’nu hissedebilsek, nisyanla hiç tökezlemeden “Hilâl”i hep görebilsek, Dolunay’ın sînesinde erisek mutsuz olabilir miydik acaba?
Kız, sabırla dolunayı beklemiştir. Her tür olumsuz şarta “rağmen”... Gönlünün şartları onu dayatmıştır... Hedef tespiti, azîm, sebat çok önemlidir.
Uşaklıgil’in hikâyesindeki gibi, bazen bizim öykümüzde de çalışmalarımız, beklentilerimizin, ümitlerimizin karşılığını alamayız. Sonuç acı olabilir, hüsranla neticelenebilir. Çünkü asıl sarılmamız, tutunmamız gerekene meyletmemiş ve benimsememişizdir.
Veya doğru temele oturmamış, kirlenmiş, sapmış düşünceler bizi yanlış sonuçlara götürmüştür. Muhtemelen sahte bir dolunayın ardına düşülmüştür. O halde, ışığıyla bizi doğrultacak, yoldaşlık “kılavuzluk” yapacak bir dolunaya ihtiyacımız vardır.
Bazı bekleyişler nafiledir, beyhudedir. Beklenilen kadar, bizim ona kattığımız değer, kendi kıymetimiz önemlidir.
...
Semaya bakmak insanı rahatlatmaktadır. Belki asıl hasretini çektiğimiz, eski sevgili bir vatandır. Yükseklerden düşüşümüzün getirdiği ve bu yurttan uzaklaşmanın verdiği, dünyayla bir türlü âhenk kuramamamızın önümüze serdiği sıkıntıdandır. Dertlerimizin nihaî çözümü, göğe dayanmaktadır; yükseklik korkumuzu yenip, tırmanmaya hazırlanmaktır.
Ay toprağına başkaları bayrak dikebilir ve ilâhî bir mâna vermekten uzak kalabilir. Hâlbuki “her gece mehtaba çıkacak” kadar sık sık teklifsizce seyahat edip, onla senlibenliliği ilerleten, Dolunayın takipçisi ve bendesi olan bir millettik biz...
Ayın olgunluğu “dolunaysa”; bizim mükemmeliyetimiz ve mükellefiyetimiz, “dolunayımızı” aramaktır.
Bazen de hedeflerimiz önünde çeşitli “engellerimiz” vardır. Meselâ ayı bulutlar perdelemiştir. Örtüler çekicidir, kapılmamak; esası, hakikati hiç unutmamak icap etmektedir.
Ay çoğu zaman “Efendimizdir”. Mucizeyle ikiye ayrılmakta, çoğalmakta ve her yerden, tüm zaman ve zeminlerden gözükmekte; hitap etmekte, erişmektedir. Işığını kapamak, yok saymak mümkün değildir.
Güzelliği, zevki nerede bulduğumuz önemlidir. Ruhî tatmin, “Dolunay”ın kutlu yüzündedir.
Yetişkin gönüller, O’na her ne surette olursa olsun yetişmekte; “Bütün Zamanların En Güzeli”yse, bir (Saadet Devri’yle) kalp gözünü kamaştırmakta, mutluluğu devretmekte ve nuruyla lütfedip eriştirmektedir... Ayna olup, “Hakikati” göstermektedir.
Belki dolunayı kendi içimizde bulmak ve parlatmak gerekmektedir.