Hiç bir derinliğe sahip olmayan, yalnızca yükseklik ve genişlikten ibaret iki boyutlu bir düzlem, diyelim ki bir kağıt...
Işte durduk yere, karşıma öyle bir kağıt çıktı evdeyken. Odanın ortasında, halının üzerinde duruyordu. Kim karaladıysa, üzerinde sayısız doğru... Gerçi doğru gibi cetvelle çizilmiş kadar dosdoğru, dümdüz ve dimdik olan matematiksel bir çizginin çizilmesi için yapılan eylemi 'karalama' gibi alelade ve çalakalem bir sözcükle ifade edivermek, hiç doğru olmaz. Çünkü ne imtina, ne imtina... Kesinlikle bir cetvel kullanılmış olmalı, kağıdın üzerinde o kadar hatasızca arz-ı endam eden doğruları vücuda getirebilmek için.
Belli ve ortak bir yönleri olmayan bu çizgiler gayet savruk ve başı boş gibi görünüyorlar bana, ilk tahlilde. Yani ortak bir yöne ve hedefe doğru yönelmiş gibi değil hiç birisi. Birbirinden bağımsız ve bireysel bir halde, oraya buraya doğru gidiyorlar.
Kağıt bana ne anlatmaya calışıyor, bu iki boyutlu düzlem? Hoş, bir şey anlatmaya çalıştığından emin miyim gerçi, nasıl bu kadar eminim ki bir mesaj taşıdığından? Niye üzerime alınıyorum ben bunu, başka derdim mi yok?
Tamam. Tamam da... Bunu kim getirip koymuş oraya, asıl bunu düşünmeliyim. Kağıdı elime alıyorum. Onun yaşayan bir varlık olduğunu, içinde canlı hücreler barındırdığını anlıyorum ona dokununca. Sihirli olmalı... Kağıt formunda vücuda gelmiş, kendince bir ruh ve can taşıyan bir varlık bu. Dokununca anladim. Çünkü dokunmak, görmek kadar gerçektir. Öyle değil midir? Aksi halde, görme engelli insanlar, çocuk sahibi olamazlardı. Fakat oluyorlar. Demek ki bir ruhun dünya sahnesine davet edilmesiyle, görmek duyusunun birbirlerine duydukları bir ihtiyaç ya da mecburiyet yokmuş. Hoş, bizim senaryomuzda kağıdın canına karşı o nevi bir davette bulunmuş değilim ama benden bağımsız olarak hali hazırda sahip olduğu canı, onu gördüğüm değil ona dokunduğum anda anladım. Bunu söylıyorum.
Sihirli kağıt...
Tabi tılsımın aslı, üzerindeki çizgilerde; matematiksel doğrularda. Nitekim hareket etmeye başlıyorlar aniden. Canlanıyorlar, kağıdı elime aldığımda. İlk bakışta biri bir tarafa, öteki diğer tarafa gidiyormuş gibi görünen doğrular, o an üzerinde bulunduklari zemini terk etmeye; kağıttan dışarıya fırlamaya hazırlanıyorlar.
Öyle bir an geliyor...
Elimdeki kağıt, hararetli bir şekilde devinmeye, sarsılmaya; dahası beni de sarsmaya başlıyor. O sırada yaşadığım dehşeti ve korkuyu burada size anlatabilmeyi ne çok isterdim... Fakat başaramayacağımı bildiğim bir şey için savaşmaya; bunu size anlatmaya çalışmaya hiç niyetim yok.
Nerede kalmıştık? Kağıdın üzerinde yaşanan şiddetli sarsıntıdan sonra, ucundaki sivri okları sayesinde kenar çizgileri yırtıp aşmayı başaran doğrular, odanın içinde özgürce uçuşup kaçışmaya başlıyorlar. Hepsi birden... Tümü farklı yönlere doğru yönelmiş olan okların, aslında doğrultularını aynı hedefe doğru çevirdiklerini, o küçük yüzeyi terk etmelerinin ardından anlıyorum.
Hepsi birden... Meğer hedeflerinde bizzat ben varmışım! İnanamıyorum... Ne kadar aptalım... Tuzağı görememiş, anlamamışım. Onca zamandır hızlı bir refleksle odadan pekala kaçabilir, kapıyı da ardımdan bir güzel kapatıp kilitleyebilirdim oysa, o tılsımlı kağıttan ve lanetli doğrulardan uzaklaşarak. Oysa ben tüm bu işi en başından beri masum ve zararsız sanmıştım.
Artık çok geç... Tüm o doğrular, üzerime yönelip sivri oklarıyla beni vurdular bile çoktan. Kan revan içindeyim. Ve hayatımın en son anında anladığım şey de şu oluyor: doğrularin hepsi yanlismis; tümü koca bir yalan!