“ ‘Ne zamandan beri ateisttiniz?’ sorusuna, ‘Ben üniversite öğrencisi iken başladı bu sorgulama, yani dünyada bu kadar acı çekilmesi ve her şeyin bir birini yediği bir doğanın, seven, koruyan bir Tanrı tarafından yaratılması anlayışı hiç mantıklı gelmedi bana. Ve inancımı kaybettim…’”
“Ben Amerika’ya gittiğimde 70 milyonu aşkın ateist vardı ve organizeydiler. Ve ileride eşim olacak olan Emliy de öyleydi. Ateist olmak onunla paylaştığımız en temel düşünceydi…”
Bu okuduğum satırlar bu topraklarda doğmuş ve pek çoğu gibi kendisine sahip çıkılamadığı için zâyi olmuş, tutunacak dal bulamamış bir entelektüelimizin hikâyesi. Bu satırların sahibi, üzülerek belirtelim ki ateizm denilen bu düşünce ve gönül tutulmasına kendi ülkesinde yakalanır. Sonra da bu karanlık, gittiği yurt dışında koyulaştıkça koyulaşır. Bu ışığın sonsuza denk kaybolduğu bir karanlıktır. Niçin dünyaya geldiğimizin çok da önemi olmayan, ölümden sonrasının ise koskoca bir HİÇ’lik olduğu bir karanlık…
Doğumundan başlayarak, hayatının her evresi bin bir zahmet ve emek olan, her ânı geleceğe dair bir hayal ve planla süslü; mazisinin her sayfası acı tatlı bir sürü anıyla dolu; bir taraftan dünyayı yok etmeye cüret edecek kadar gözü dönmüş, diğer taraftan bir çocuğun gözyaşına dayanamayacak kadar nahif ve karmaşık bir varlığın, bir gün, bir et ve kemik yığını haline gelmesi ne garip…
Eğer her şey buraya kadarsa…
Eğer bir daha dirilmek ve dünyada sevgisine doyamadıklarımızla bir araya gelip, kaldığımız yerden devam etmek yoksa… Cennet yoksa
Eğer herkesin yaptığı kötülük yanına kar kalacaksa, hesaba çekilmek diye bir şey yoksa Cehennem yoksa…
Eğer iyilerle kötüler aynı kefeye konacaksa…
Eğer kâinat denen, rakamlara sığmayacak bu dev organizasyon bir hiç için varsa…
Hayat denen kısa hikâyenin sonu buysa, doğrusu bu şekilde bitmesi çok da anlamlı gelmiyor insana…
Hikâyesinden bahsettiğim bu entelektüel bir gün, bir öğleden sonra ruhunu dinlemek ve kendisiyle baş başa kalmak için ormana gider. Kendi ağzından dinleyelim:
“Birden bire o rüzgârı duydum! Ağaçların her birisi şarkı söyleyen bir koro haline geldi! Rüzgârın uğultusu içerisinde ben bir müzik dinlemeye başladım ve başladım ağlamaya.”
“Ne muhteşem bir şey bu… Bütün orman bir orkestra oldu ve uğultuda her bir ağacın sesini duyuyorum ara sıra kuşların cik cik diyen seslerini duyuyorum. Her şey bir orkestra haline dönüştü. Bundan daha güzel bir duygu olamaz! Orman canlandı… Kendimi onun bir parçasıymışım gibi hissetmeye başladım. Onun tutkunu oldum.”
“O müziği yeniden duymak için ertesi sabah yeniden geldim. Ama müziği duyamıyordum. Kendimi verdim falan… Ve içimde yakıcı bir özlem belirdi, ağzımdan şu sözler döküldü: ‘Yüce Tanrım, ben seni özledim...’”
“Meğer ben seni ne çok özlemişim, dedim… Nasıl gözlerimden yaşlar dökülüyor. Etrafıma şöyle bir baktım: Böcek yürüyor, karınca yürüyor, dökülmüş ağaç yaprakları var, karga gaklıyor, kuşlar ötüyor. Hissettiğim tek duygu şuydu: Hepsi bir mucize… Hepsinin bir anlamı var ve ben onların bir parçasıyım. Benim var oluşumun bu bütünle bir ilişkisi var.”
Rabbim sana rahmetiyle muamele etsin Doğan Cüceloğlu… EL-FÂTİHA