Sabahın erken saatleri, tan yerinin ağarmasıyla başlayan hareketimle, dağlara güneş doğmadan ben doğmuştum. Aydınlanan günün alacakaranlığın ayazıyla kendimi daha da dinç hissediyor ve uyku halini çoktan terk etmiştim.
Beni karşılayan aromalı çam kokularının tüm doğallığını hücrelerime kadar özlemle çekiyorum ve çamların arasından sızmaya çalışan gün ışığında yoluma devam ediyorum. Dağların çiçeklerle taçlandırıldığını görürken ben yerdeki çiçeklere hayranlıkla bakıyor, diz çöküp sabah selamıyla biraz muhabbet ediyorum. Sonra, çiçekler üzerinde uçuşan kelebeklerin benekleriyle ve çiçeklerdeki renk cümbüşüyle oluşan doğa sanatını yazı heybeme süslü dizelerimle yerleştiriyorum.
İçimde bir yaşama sevinci kaynıyor ve cümlelerimin frekansların gücünü tetiklediğini anlayabiliyorum.
Güneş, dağların arkasından süzülerek kızılımsı renginin sıcaklığıyla ayazı da hafiflettiğini hissediyorum. Yan tarlada benden daha tutkulu bir şekilde güneşe dönen ayçiçekleri, yeşil yapraklarıyla sarılmayı bekliyor. Güneşin kızıllığını, üstlerindeki baskın sarısıyla kapatıp ve tek hedefi güneşi yakalamak olan ayçiçeklerinin bıraktığı küçük dokunuşlarla dağların bağrından geçip keyifle yoluma devam ediyorum.
Ay ışığının loşluğunda uykudan uyanmış koyunlar, birbirleri ile sarmaş dolaş kardeşçe ve rekabetsiz bir şekilde kekik kokulu dağların, kendilerine sunulan ikramlarını yerken, dağların arasından asil ve heybetli akan suyun bir solukta davetsiz misafiri oluyorum. Ben dağlara minnetle teşekkürlerimi iletirken onlar da bana her defasında sürprizlerini sunuyor ve bu döngü bir yürüyüş boyunca devam ediyordu.
Her halimle bir solukta yanında olduğum, fedakâr ama sırlarla dolu akıp giden suyun nerelerden, hangi kar sularıyla rızıklandığını kimse bilemez. Acaba hangi yörenin toprağı karıştı ve “gelme“ diyemedi, yüküne yük katarak taşıdı, hangi çiçeklere, hangi ağaçlara, hangi hayvanlara can suyu oldu, hangi göletleri besledi, bilinemez. Ama bilinmese de oldukça heybetli de görünse, üstelik ne kadar yorgun da olsa gökyüzünün mavisi, dağların yeşili, güneşin ışınları ve maviyi yeşile çalan renk dalgalarıyla gidip gelerek asilliğini koruyordu. Ve bir daha gelemeyecek de olsam dağların suyundan kana kana içince bunu sana karşı bir vefa borcu bilip seyir defterine yazdım ki artık unutulmayacaktın. Adını kimse söylemedi bana, ama gönlümde heybetinle ve asaletinle içimde yer ettin. Sana eğildim, senin derinliklerinde boğulmadan dalgalandım ve dalgaların arasında kaybolmadan seninle buluştum.
Yürüyüşün kurallarını bozmuş ve yürüyüş grubumu yarı yolda bırakmıştım ama insana bu kadar dokunabilen doğada bir dağ düşünün ki, deresiyle, ormanıyla, taçlanan çiçekleriyle bir tutku ve bitimsiz bir özlem olarak aradıklarını sana sunsun.
Baktıkça tutulduğum mavi gökleri, yeşil suları, ağaçları, dağı taşı tutunarak salmak istemese de ellerim, işte ayrılık vakti geldi. Ama günün bereketiyle birlikte bir yürüyüşün en büyük kazancı olarak kaldı içimde…