Üslûbuyla dikkat çeken bir kalem olan Yağmur Tunalı “Büyük Türklüğün muazzam dili Türkçe, itibardan mahrum” diye feryat ediyor.
“Avrupa’nın Amerika’nın gayretini, onların da şikâyet ettiği televizyonlardan ve diğer medya vâsıtalarından görüyoruz. Dillerine ve kültürlerine nasıl titizlendiklerini hayranlıkla seyrediyoruz. Sokağın dili kullanılıyor fakat arka sokakları ve argoyu kutsallaştıran yok. Devlet adamlarının devamlı argo kullanması kabul edilebilir bir şey değildir. Bizde daha da ileri gidiliyor, hakaret gün boyu ekranlarımızı, mikrofonlarımızı işgal ediyor. Bunlar varken esâsı, doğruyu, güzeli konuşamıyoruz. Mânâsı kalmıyor. Konuşsak dinleyen ve anlayan bulamaz hâle geldik. Çünkü dili, üslûbu belirleyen de sokak. Ev dilimiz, hitâbımız yer yer sokak seviyesinin altına inmiş durumda. Siyâsetçilerin dili ve davranışı yanında, bayağılığı yaygın hâle getiren, televizyon programları daha seviyeli kalıyor.
Bütün dünyâda televizyonlar yüksek kültür yaymak görevini üstlenmezler. Fakat ona savaş açar gibi ekranlar işgal eden politikacıları, medya mensupları da yoktur. Dile saygı esastır. Ne kadar serbest davransalar da dilde ölçüyü aşamazlar. Nâdirdir… . Dil sevgisi kendine saygıdır” diyor. “A. Yağmur Tunalı, İki Gözüm Türkçe)
Bu özensizlik, bir anlamda sevgisizlik; lisanın diğer uygulamalarında da göze çarpıyor.
Türkçe konusunda başka hassas bir yazar, D. Mehmet Doğan; “Tıpla giren dil virüsü” yazısında, Korona virüsünün hayatımıza dol(an)masıyla, birçok yabancı kelimenin de virüs gibi dilimize musallat olduğuna değiniyor. Mesela “Sağlık bakanı veya uzman tabip olarak konuşanların, çok sayıda latince kelime kullandıklarından” bahsediyor. (19 Mart 2020, Karar)
“Eski hastanelerimizde hâlâ Osmanlıca isimli bölümlere rastlanıyor: Dahiliye, hariciye, nisaiye, cildiye, asabiye, intaniye… Yeni hastanelerde artık nisaiye, cildiye, asabiye, intaniye yok. Bunların yerine jinekoloji, dermatoloji, nöroloji, enfeksiyon… gibi kelimeler kullanılıyor. Hastanelerimiz o kadar Türkçeden uzaklaştırıldı ki, hastane girişlerinde ‘triyaj’ diye bir tabela ile karşılaşıyorsunuz. Nedir triyaj (triage)? Seçme, ayırma, tasnif demek. Âcile gelen hastaların âciliyet derecesine göre sıraya konulması burada yapılıyor. Bu tıbbî bir terim mi? Değil elbette.”
Cadde, sokaklarımızı kaplayan yabancı mekân isimlerini de unutmayalım. Yerli(!) adlardan, markalardan söz ediyoruz.
Mazide, dil hususundaki yanlış hareketlerin elemini, sıkıntılarını hâlen çekmekteyiz. Fakat zamanımızdaki mevcut, bizim sorumluluğumuzdaki, göz göre göre yapılan hatalar için ne demeli.
Dilimizle dinimizle, kimliğimizle ilgili hassasiyet ve bağlar oldukça örselenmiş durumda. Kim neyi yazmış, ne okumuş, öğrenmiş, kimler neyin yerini almış, toprağımızı ruhumuzu kimler işgal etmiş, gençlik ne âlemde, hangi kıymetler erimiş, kalpler zihinler neyle beslenmiş; umurumuzda değil.
İdrakimizde, bakış açımızda, yaşantımızda, hayat dilimizde genel bir seviye kaybı, düşüş başka delillerle de görülmekte.
Polise tüküren, karantinadan kaçan umreciler konusu, söz gelişi…
Mesele karalamak değil, birkaç kişinin terbiyesizce davranışı da değil. Ama kutsal topraklara giden, dinle daha sıkı bağlar kurduğunu düşündüğümüz insanların, inanç temsilleri. Umumiyetle; bir dava sahibi oldukları, ulvî bir gayeye bağlandıkları var sayılır ve pek çok şey beklenir, yüklenir onlardan.
Tavaf, kendi egomuz ekseninde mi gerçekleşiyor yoksa, ibadet enaniyetimizi mi kabartıyor, Nefis Kapısı’ndan mı girdik içeri.
İçsel yolculuğumuz ne âlemde? Taklitten, “tahkike” ne zaman geçeceğiz? İman, tahkim gerektirmiyor mu? Mukaddesat artık kâr(!) etmiyor mu?
Farklı kesimlerden; edepten uzak, ayrı kabalık, şiddet içeren nahoş örnekleri de düşünmeden edemiyorum.
Gönül dilimiz böyle mi olmalıydı. Diller(kalpler) arası münasebet bu şekilde mi gerçekleşecekti?
Yüzü (Şahsiyeti) temsil eden, göz(bakış) ile dille; kalp dili arasında mesafe bunca açık ve acı mıydı?