Osmanlı târih sahnesinden ayrıldıktan sonra ortaya çıkan yeni tabloda oluşan ayrı ayrı devletler bir süre sömürge düzeni altında varlıklarını sürdürdüler. Birinci dünya savaşında her ülke hangi işgalci tarafından işgal edildiyse o ülkede onların hâkimiyeti devam etti. Hatta günümüzde bu ülkeler bağımsız olsalar dahi bunun etkileri hâlâ devam ediyor. Örneğin Fransa’nın Suriye ve Cezâyir’deki etkilerinin sürdüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. Geçtiğimiz senelerde Cezâyir’de Abbas Medeni’nin partisi 1.ci parti olunca derhal Fransa müdâhele ederek bütün Abbas Medeni taraflarını ve bizzat parti liderini bir kılıf uydurarak hemen cezâevine tıktılar. Hâlen onlar cezâevinde. Halbuki onlar halkın oylarıyla seçilipte gelmişti ve dînî kimlikleri vardı. Tabi bunu görünmez yönetim başkanları Fransa, hazmedemezdi ve istemedi neticede bir suç bulup Müslümanları cezâevlerine yolladılar yıllardır da oradan parti mensupları çıkamadı.
Osmanlı İmparatorluğu içerisinde ‘millet’ kavramından çok dînî âidîyete göre Müslümanlar ve Müslüman olmayan tâbiri câizse kırk çeşit farklı milleti huzur ve sukûn içinde varlıklarını sürdürüyorlardı. Hatta Osmanlı bünyesinde farklı otonomi düzeylerinde olan çeşitli yerel birimler de bulunuyordu. Kırım Hanlığı, Balkan prenslikleri, Mağrip beylikleri, Körfez ve Arap yarımadasındaki emirlikler gibi. Osmanlı bu değişik birimlerin toplamıydı. Bu kadar farklı milletlerin ve dinlerin kendi sistemlerinde huzur ve barış içinde yıllarca bir arada yaşaması herkes tarafından bilinen Osmanlı efendilerimizin büyük başarısıdır. Bunu kimse inkar edemez.
Fakat günümüze baktığımızda hep berâberken huzur içinde yaşayıp giderken tek ülke statüsüne geldiklerinde güyâ(!) bağımsızlıklarına erişince bu ülkeler bir türlü huzura ve ekonomik refah seviyesine erişemediler. Osmanlıdan ayrıldıktan sonra her biri ayrı ayrı devlet kuran bu ülkeler hep yönetimde sıkıntılar yaşadılar. Önce savaşta hangi ülke tarafından işgal edildiyse bu ülkeleri onlar yönettiler. Bu sömürge ülkeyi kim sömürüyorsa yönetim ve onun güdümündeki halk o ülkenin istediği ölçülerin dışına çıkamadı, çıkarmadılar. Efendileri ne istiyorsa o yapıldı. Sonra bu sömürge devletler baktılar ki halk onları düşman gibi gördü akıllı davranarak kendileri görünürde çekildi ama el altında kendi istedikleri kişilere iktidarlar kurdurarak orada yine bir şekilde kendi hâkimiyetlerini devam ettirdiler. Mısır’a baksanıza! Mübârek yıllarca ülkeyi yönetti de hiç Müslümanlardan yana bir tavır takındı mı sorarım size? Ondan önce Enver Sedat daha önce Abdunnâsır hepsi hepsi kukla yöneticilerdi. Onlar halkına değil efendilerine hizmet ettiler. İşte bugün bunlar bitti, bitiyor ve bitsin de inşallah. Günümüzde tekelci, baskıcı, diktacı, uniform yönetim sistemleri istenmiyor.
Sonra Arap dünyâsının özellikle ekonomik ve siyâsi yapısı korkunç kötü bir manzara arz ediyor. Oysa ülkeler petrol gibi bütün dünyânın muhtaç olduğu zengin rezervlere sâhip olmalarına rağmen 350 milyonluk Arap dünyâsı yoksulluk, açlık ve sefâlet içinde yüzmekte. Ayni zamanda bu ülkelerde kendi değerlerine yakışmayacak yolsuzluklar, hak ihlalleri ve ahlaksızlık yaygınlık kazanmıştır. Halk umutsuzluktan kıvranmaktadır. Arap ülkelerinin bu tablosu cidden utanç verici! Peki, nedir bunun sebebi? Araplar geri zekâlı mı, yeteneksiz mi? Yahut İslâmiyet mi onların ilerlemesine, ekonomik yönden kalkınmasına engel? Hayır, asla.
Arap ülkeleri kapalı bir rejime sâhip. Görünmez güçlerin tasallutlarından kurtulamamış despot idârecilerin baskılarından göz açamadıkları için halkın liyâkatlı evlatları ülke yönetiminde söz sâhibi olamıyorlar. Durum bu haldeyken otoriteryan yöneticilerin yandaşlarına daha çok söz düşüyor halk ise bir tarafta kalıyor. İteleniyor, ötekileştiriliyor gerekirse polisler halkı her çeşit can yakıcı hareketleriyle yola getiriyorlar. Örneğin, bir zorba devlet Tunus’ta polis sayısı Fransa’daki polis sayısı kadar. Halbuki Tunus’un nüfûsu Fransa’nın altıda biri kadar. Sokakta bile başörtülü bir hanımın yürüyemediği bir zorba devlet idi Tunus. Memlekette din dışı bir hayâtın hâkim kılınması için mevcut idâreciler elden ne gelirse yaptılar. Sâdece Tunus değil hemen her Arap ülkesinde bu fikirler sürdürüldü. Laiklik en katı biçimde asıl ifâde ettiği anlamın dışında halka dayatıldı. Bunları uygulayan yönetim gerçekte azınlıktı ve aslında halkı yansıtmıyordu. Bu sebeple bu ülkelerde devamlı rejim krizleri yaşanması sıradan bir olaydı. Baskıcı yönetimler, ülkenin mâli kaynaklarının çoğunu rejimi korumak için sarf ediyorlardı. Halkın refah düzeyi, işsizlik, gelir düzeyinin artması, ülkenin ekonomik olarak iyi yönetilmesi gibi devlet politikaları üretilmiyor bu hayâti gerçekler üzerinde kafa yorulmuyor yalnızca zorba yöneticiler ve yandaşlarının keyfi isteklerine ülke kaynakları seferber ediliyordu. Kendi güvenlikleri için toplum devamlı baskı ve kontrol altında tutuluyordu. Yönetim halkın devleti değildi. Ve yine yönetim halkı denetim ve kontrol altında tutuyordu. Osmanlıdan ayrıldıkta sonra müthiş yönetim sıkıntıları yaşayan bugünkü Arap ülkeleri bir türlü âdil bir idâre sistemine sâhip olamadılar. Ama artık sonları geldi bunların. Halk canı pahasına bu zâlim idârecilerden kurtulmak istiyor. Firavunların sonu her zaman gelmiştir. Acı gerçekler artık onların sonunu da getirmiştir.
Hak şerleri hayreyler, zannetme ki gayreyler
Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler…
Osmanlı İmparatorluğu içerisinde ‘millet’ kavramından çok dînî âidîyete göre Müslümanlar ve Müslüman olmayan tâbiri câizse kırk çeşit farklı milleti huzur ve sukûn içinde varlıklarını sürdürüyorlardı. Hatta Osmanlı bünyesinde farklı otonomi düzeylerinde olan çeşitli yerel birimler de bulunuyordu. Kırım Hanlığı, Balkan prenslikleri, Mağrip beylikleri, Körfez ve Arap yarımadasındaki emirlikler gibi. Osmanlı bu değişik birimlerin toplamıydı. Bu kadar farklı milletlerin ve dinlerin kendi sistemlerinde huzur ve barış içinde yıllarca bir arada yaşaması herkes tarafından bilinen Osmanlı efendilerimizin büyük başarısıdır. Bunu kimse inkar edemez.
Fakat günümüze baktığımızda hep berâberken huzur içinde yaşayıp giderken tek ülke statüsüne geldiklerinde güyâ(!) bağımsızlıklarına erişince bu ülkeler bir türlü huzura ve ekonomik refah seviyesine erişemediler. Osmanlıdan ayrıldıktan sonra her biri ayrı ayrı devlet kuran bu ülkeler hep yönetimde sıkıntılar yaşadılar. Önce savaşta hangi ülke tarafından işgal edildiyse bu ülkeleri onlar yönettiler. Bu sömürge ülkeyi kim sömürüyorsa yönetim ve onun güdümündeki halk o ülkenin istediği ölçülerin dışına çıkamadı, çıkarmadılar. Efendileri ne istiyorsa o yapıldı. Sonra bu sömürge devletler baktılar ki halk onları düşman gibi gördü akıllı davranarak kendileri görünürde çekildi ama el altında kendi istedikleri kişilere iktidarlar kurdurarak orada yine bir şekilde kendi hâkimiyetlerini devam ettirdiler. Mısır’a baksanıza! Mübârek yıllarca ülkeyi yönetti de hiç Müslümanlardan yana bir tavır takındı mı sorarım size? Ondan önce Enver Sedat daha önce Abdunnâsır hepsi hepsi kukla yöneticilerdi. Onlar halkına değil efendilerine hizmet ettiler. İşte bugün bunlar bitti, bitiyor ve bitsin de inşallah. Günümüzde tekelci, baskıcı, diktacı, uniform yönetim sistemleri istenmiyor.
Sonra Arap dünyâsının özellikle ekonomik ve siyâsi yapısı korkunç kötü bir manzara arz ediyor. Oysa ülkeler petrol gibi bütün dünyânın muhtaç olduğu zengin rezervlere sâhip olmalarına rağmen 350 milyonluk Arap dünyâsı yoksulluk, açlık ve sefâlet içinde yüzmekte. Ayni zamanda bu ülkelerde kendi değerlerine yakışmayacak yolsuzluklar, hak ihlalleri ve ahlaksızlık yaygınlık kazanmıştır. Halk umutsuzluktan kıvranmaktadır. Arap ülkelerinin bu tablosu cidden utanç verici! Peki, nedir bunun sebebi? Araplar geri zekâlı mı, yeteneksiz mi? Yahut İslâmiyet mi onların ilerlemesine, ekonomik yönden kalkınmasına engel? Hayır, asla.
Arap ülkeleri kapalı bir rejime sâhip. Görünmez güçlerin tasallutlarından kurtulamamış despot idârecilerin baskılarından göz açamadıkları için halkın liyâkatlı evlatları ülke yönetiminde söz sâhibi olamıyorlar. Durum bu haldeyken otoriteryan yöneticilerin yandaşlarına daha çok söz düşüyor halk ise bir tarafta kalıyor. İteleniyor, ötekileştiriliyor gerekirse polisler halkı her çeşit can yakıcı hareketleriyle yola getiriyorlar. Örneğin, bir zorba devlet Tunus’ta polis sayısı Fransa’daki polis sayısı kadar. Halbuki Tunus’un nüfûsu Fransa’nın altıda biri kadar. Sokakta bile başörtülü bir hanımın yürüyemediği bir zorba devlet idi Tunus. Memlekette din dışı bir hayâtın hâkim kılınması için mevcut idâreciler elden ne gelirse yaptılar. Sâdece Tunus değil hemen her Arap ülkesinde bu fikirler sürdürüldü. Laiklik en katı biçimde asıl ifâde ettiği anlamın dışında halka dayatıldı. Bunları uygulayan yönetim gerçekte azınlıktı ve aslında halkı yansıtmıyordu. Bu sebeple bu ülkelerde devamlı rejim krizleri yaşanması sıradan bir olaydı. Baskıcı yönetimler, ülkenin mâli kaynaklarının çoğunu rejimi korumak için sarf ediyorlardı. Halkın refah düzeyi, işsizlik, gelir düzeyinin artması, ülkenin ekonomik olarak iyi yönetilmesi gibi devlet politikaları üretilmiyor bu hayâti gerçekler üzerinde kafa yorulmuyor yalnızca zorba yöneticiler ve yandaşlarının keyfi isteklerine ülke kaynakları seferber ediliyordu. Kendi güvenlikleri için toplum devamlı baskı ve kontrol altında tutuluyordu. Yönetim halkın devleti değildi. Ve yine yönetim halkı denetim ve kontrol altında tutuyordu. Osmanlıdan ayrıldıkta sonra müthiş yönetim sıkıntıları yaşayan bugünkü Arap ülkeleri bir türlü âdil bir idâre sistemine sâhip olamadılar. Ama artık sonları geldi bunların. Halk canı pahasına bu zâlim idârecilerden kurtulmak istiyor. Firavunların sonu her zaman gelmiştir. Acı gerçekler artık onların sonunu da getirmiştir.
Hak şerleri hayreyler, zannetme ki gayreyler
Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler…