17 Ağustos 1999 Gölcük depreminin ardından Anasol-M Hükümetinin Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz, mikrofonların önünde konuşarak şöyle bir itirafta bulunuyor: “Sivil savunma hizmetlerimiz aksamıştır. Kurtarma işlerimiz yetersiz kalmıştır. Müteahhitlerimiz malzemeden çalmıştır. İmar düzenimiz laçkadır. Hepsinde gerçek payı var. Kısa zamanda bu yaraların sarılması mümkün değildir.”
Aradan çeyrek asır geçiyor ama takvim hep 17 Ağustos’u gösteriyor. Türkiye, bu sefer 6 Şubat 2023, saat 04.17’de karakışın ortasında, yine o karanlık yaz gecesine savruluyor. Sabah namazına kalkanlar ile “şanslı” olanları gece vakti ulumaya başlayan köpeği, kimini de çılgın gibi ötmeye başlayan muhabbet kuşu uyandırıyor. Yer 7,8 büyüklüğünde şiddetle sarsılıyor. Şehirler çöküyor ve sokak ile caddeler karanlığa gömülüyor. Kahramanmaraş, Hatay, Gaziantep, Şanlıurfa, Diyarbekir, Adana, Adıyaman, Osmaniye, Kilis, Malatya ve Elaziz’de binlerce insan korku içinde kaçıyor. Kaçamayan tabut gibi üstüne kapanan evinde mahsur kalıyor. Bazı insanlar kurtarılıyor enkazdan; saatler ya da günler sonra. Onbinlerce hayat ise enkazların altında sönüyor.
Bu kadîm coğrafyada ve o bölgede depremin olacağı biliniyor bilinmesine de, zamanı tesbit edilemiyor veya bilinemiyor. Bilim adamları, aylar ve yıllar öncesinden rapor üstüne rapor, makale üstüne makale yazarak “Geliyor” diyorlar. Ama “düzen” bozulmuyor, tâ ki tabiat kanunları tarafından bozulana kadar!
Depremin üzerinden günler geçti ve iş makineleri, deprem bölgesindeki şehirlerdeki cadde ve sokaklardaki binlerce enkazı kaldırıyor, cansız bedenler birer numara verilerek toprağa gömülüyor. Bir adam, ağlayarak “Oğlum ve gelinim çöken bina içinde yandı. Elime 250 gram parça verdiler. 25 kişi bu şekilde can verdi” diyor. Depremi evinde yaşayan öğretmen Yalçın Çiftçi anlatıyor: “Vatan Hastanesi, Trabzon Caddesi çevresinde sağlam bina kalmamış, yüksek binalar tuzla buz olmuştu. Ambulans ve itfaiye sirenleri birbirine karışıyordu. Ortalık can pazarına dönmüştü. İnsanlar oradan oraya koşturuyor, yıkıntıların altında yakınlarını arıyordu. Kıyamet kopmuş gibiydi.”
17 Ağustos depreminde ilk sahra hastanesini Ruslar kurmuştu. Aradan yirmi dört yıl geçtikten sonra 6 Şubat depreminde de ilk sahra hastanesini biz değil, Azerbaycanlılar kurdu. Biz hâlâ Mesut Yılmaz’ın tarif ettiği yerdeyiz: “Sivil savunma hizmetlerimiz aksamıştır. Kurtarma işlerimiz yetersiz kalmıştır. Müteahhitlerimiz malzemeden çalmıştır. İmar düzenimiz laçkadır.” Aradan çeyrek yüzyıl geçmesine rağmen Marmara Depremi’nden ders almadığımız ortada. Bu asrın felâketini nasıl atlatacağız? Yaralarımızı nasıl saracağız? Koronavirüs salgınından sonra yangınlar ve sellerle mücadele eden halkımız, bu sefer kıt’aları yerinden oynatan büyük bir depremi yaşadı. Resmî rakamlara göre 50 binin üzerinde, resmî olmayan rakamlara göre 100 bine yakın insanımız can verdi. Asrın felâketinden en çok çocuklar ve gençler etkilendi. İki bin bebek yıkıntılar altında can verdi. Melek misali cennete uçtular!
1999 depremi ile yaşanan ölümlerin gerçek sebebinin deprem değil, sağlıksız yapılar olduğunu öğrendik. Her fırsatta bu gerçeği hatırlatmakla mükellefiz. Kahramanmaraş merkezli deprem bize, Marmara depremi sonrası çıkarılan kanunların uygulama noktasında yetersizliğini de açığa çıkardı.
Biliyoruz ki büyük doğal felaketler genelde vurdukları bölgelerde büyük değişimlerin önünü açar. Burada bir Çin atasözünü hatırlatmak isterim: “Değişim rüzgârları estiğinde, bazı insanlar duvar örer, diğerleri ise yel değirmeni inşa eder.”
Depremlerle yeniden dirilmek için değişim şart.
Fert fert değişmedikçe, kendimizi değiştirmediğimiz sürece ailemizi, muhitimizi, halkı, toplumu değiştirmemiz mümkün değil. Hz. Peygamber; “İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar." buyuruyor. İnsan, kendisinin âciz ve zelil, dünyanın aldatıcı ve fâni; âhiretin ise çok yakın olduğunu, tam olarak, ancak ölünce anlar. Bu hadis-i şerif ile ölmeden önce uyanmamız, hayatımıza çeki düzen vermemiz ihtar edilmekte...
Sizce, yeni bir “bâsübâdelmevt” gerekmiyor mu?..