Efendim, İki Cihânın Sultânı Efendimiz aleyhissalâtu vesselâm’ın doğduğu kutlu ayın içerisinde olmamız hasebiyle bir süredir, O’nu yazıyorduk. Kâinâtın O, En Mükemmel insanını yazmak apayrı bir duygu derinliği, izah edilemez bir güzel hal idi. Yazılarımızın insicâmını bozmamak için başka konulara değinemedik. O yüzden yazmak istediklerimiz ve sizlere söylemek istediklerimiz baya birikti. Biraz geç de olsa, biriken hususlara değinmek istiyoruz, müsâdenizle…
30 Kasım günü, İzmir’de 6.6 şiddetinde bir deprem meydana geldi. 116 insanımız yaşamını yitirdi, pek çok yaralananlar oldu. Yıkılan binâlar, eriyen umutlar, kaybedilen güzellikler insanlara hayâtı âdeta zehir etti. Ancak devletimiz her tabi âfette olduğu gibi hemen hızlıca müdahalede bulunarak, yaraları bir nebze de olsa sarmaya çalıştı. Afat ekipleri, gönüllü kuruluşlar, STK’lar hepsi tek vücut olarak İzmir halkının yanında oldu. Bâzı nasipsizler ise sâdece eleştirdi, menfîliğe çanak tuttu. Hatta kurtarma ekipleri yeni bir canı hayâta tutundurduklarında sevinç belirtisi olarak kullandıkları; ‘Allâhu Ekber = Allah En Büyüktür’ nidâsından bile rahatsızlık duyanlar oldu. Ne diyelim, Rabb’im uyandırsın. O’nun uyandırmadığına biz ne desek az. Zavallı güruh! Ee tabi hep deriz, bu dünya bir tercih dünyâsıdır, günümüzde buna demokratik tercih diyorlar. Biz kendi görüşümüze göre burada bâzı gerçekleri dile getireceğiz. Herkes hem dünyâda hem de ahrette istediğini tercih etme selâhiyetine sâhip ama kim neyi tercih ettiyse, tercih ettiğinin sonuçlarına da katlanmak durumundadır. Burası bir şekilde gelip geçer, sıkıntılar atlatılır fakat içinden hiç çıkmayacağımız bâki bir hayat bizi bekliyor… Neyse uzatmayalım bizim dileğimiz o ki, İzmir depreminde ölenler inşaALLAH Rabb’imizin rahmetine ulaşsınlar zira kaza bu. Geride kalan âilelerine sabrı Cemîl niyaz ediyor, yaralılara âcil şifâlar diliyoruz.
Hakikaten âniden gelen tabî âfetler insanı her boyutlu düşündürüyor, yıkımlar için tedbirler alınıyor, çâresine bakılıyor elbette. Bâzıları da ‘veryansın’ ediyor. İnsanlar başa gelen hâdiseleri inanç ve fikirleri doğrultusunda değerlendiriyorlar. Ancak ne denirse densin, insanın elinde olmadan gelişen olaylar karşısında paniklememek, ne yapacağını bilmez bir duruma düşmemek için illa iç dinamiklerin ayakta olması lâzımdır. Yâni daha açıkçası insanın inancı olmazsa, başına gelen olumsuzlukları doğru değerlendiremez. İnançsız insanlar böylesi felâket boyutundaki sarsılmalarda, rûhî travmalara girebiliyor, isyanlara düşebiliyor, intiharlara teşebbüs edebiliyorlar. Efendim bilinsin ki, her şeyin başı inançtır, her insanın inanması fıtrîdir hatta zarûridir. Bugün ne yazık ki bir inançsızlık furyası hâkimdir. Soralım acaba böylesi bir fikriyat insana ne kazandırmıştır?
İnsanlar başları sıkışınca hemen inanca, duâya sarılırlar. Bâzıları hayat rutin giderken; ‘Tanrı’ya ihtiyaç duymuyorum’ diyebiliyorlar. Âniden olan-biten sıkıntılar olunca, Tanrı’yı hatırlıyor; ‘Allah beterinde sakındırsın. Rabb’im korusun inşaALLAH’ diyorlar. Kimileri ona dahi yanaşmıyor. Ne denirse densin, inançsızlar istemese de, bilinsin ki her şey Allah (c.c)’tandır.
Kâinatta mevcut olanları koruyup kollayan, denge ve düzeni temin eden, varlıkları yaşatıp-öldüren, alçaltan-yükselten, insanların durumlara göre lütuf ve kahrıyla muamele eden, kimilerini ödüllendiren kimilerini cezâlandıran ancak ve ancak Âlemlerin Rabb’i olan Allah Azze ve Cell’dir. Gözümüzün gördüğü ve görmediği her şeyi yoktan vâr ederek yaratan Bir olan Allâhu Azûmüşşan’dır. Etrâfımızda müşâhade ettiğimiz şeyler Cenâbı Hakk’ı anlatan bir âyet yâni bir delil iken her an, her an doğanlar-ölenler devam ederken hatta kendi vücûdumuzda dahi yeniden doğan ve ölen hücreler varken nasıl olur da insan, inkar bataklığına düşebilir? Akıllı olduğunu iddia eden bu vesileyle nerdeyse aklını put edinen insanoğlunun Rabb’inin varlığına teslim olması gerekirken o tam tersini tercih ediyor. Kâinâtın Mutlak Sâhibine teslim olmamak bir akıl tutulmasıdır, bir aymazlıktır, bir gaflettir, en büyük cehâlettir. Ve bilinsin ki her şeyin bir bedeli vardır.
Yeryüzünde mevcut olan ilmi hakikatler asla kör bir tesâdüf sonucu olamaz. Bildiğimiz, duyduğumuz, gördüğümüz şeyler her gün tekrar edip duranlar elbette sebepsiz değildir. Yağmurun yağması, mevsimlerin oluşumu, tsunami ve depremlerin oluşu… Her oluşumun bağlı olduğu maddi sebepler mutlaka vardır. O sebepleri Kâinâtın Hâkîmi oluşturuyor. Bunlar ilmî boyutta izah ediliyor. Konumuz deprem olduğu için deprem üzerinde maddi olarak çeşitli bilgiler ortaya konuyor. Deniyor ki, fay hatları karşılaştı yâhut yer değiştirdi veya başka başka sebepler… Peki, o sebepleri kim oluşturuyor? İnsanların bunu başarmaya güçleri yeter mi ya da isterler mi? Bu tabi sebepleri ortaya koyan kim? Buna; ‘tabi vakalar efendim’ diye cevap vermek, çok basit, sığ ve akılsızca bir cevaptır ayni zamanda inançsızlığın bir göstergesidir.
Pek tabi her cereyan eden tabi olayın fiziken, madden oluş sebebi varken ve bu yaşayan bir hakikatken, bir de hâdisenin arka planında, metafizik dediğimiz mânevî sebepleri vardır. Bunu insanlar illa da bilmek zorunda değildir. Tamâmen idrak dışı olan bu durum kaderin tecellisinden ibârettir. Kaderin bir boyutu, insan irâdesinin alacağı duruma göre şekillenir. Zira kader çizgisinde, Allah Teâlâ’nın takdir boyutu ve insan irâdesinin seçim hareketi boyutunun etkinliği mevcuttur.
Şimdilik burada kalalım diğer yazımızda aynı konuya temas edelim inşaALLAH. En güzele emânet olun. Rabb’im görünür-görünmez kaza ve belâlardan bizleri muhafaza eylesin diyerek dua edelim efendim. Hayırla kalınız.