Esas konuya girmeden evvel Konya’da meydana gelen ve ardı ardına nükseden depremle ilgili kısa söze yer verirken, Konya merkez ve çevresi vatandaşlarımıza geçmiş olsun derim.
Depremin sarsıntısını, bilgisayarda yazı yazarken birden ışıkların sönmesi ve şiddetli sallanmaya başlamamla ne yapacağımı bilemedim. Eşya ve kendimiz sallanırken yürüme imkânı bile olmuyor. Çaresiz, maneviyat içinde dua ve kadere rızadan başka yapabileceğimiz işlem yoktu.
Hayatımda birkaç defa karşılaşmıştım ama böylesine hızlı beşik sallantısını görmemiştim.
İlgililer her ne kadar korkulacak bir şey yok deseler de, bendeniz katılmıyorum. Şiddetin ölçümünden ziyade uzaması tehlike arz ediyordu. Yüce Yaradan(*) korudu da olumsuz bir şey olmadı. Buna şükretmeliyiz.
Yoksa bilinçlik içinde idareci ve bazı jeologların “Konya’da tehlikeli deprem olmaz. Korkmayın ve paniklemeyin…” sözleri havanda su dövmektir. Öyle idi de derecesi az olması gereken deprem, neden hem de iki defa yükselebildi? İlerde daha yüksek olamaması teknik ilme mi dayalı ki ısrarı içindeyiz? İlmi bilmekle beraber, olasılığı maneviyat duygusu içinde Yüce Yaradan’dan geleceği bilincinde de olup ilmî bilinçlik içinde olmayalım.
Her şey olabilir, olmayabilir. Yüce Yaradan’a aittir ve O bilir.
Bu hususta dostların hayli imalı sözleri ve yorumu olup yazmamı istediler ama.
“Mübarek gün de olumsuzluk yazmayayım” düşüncesiyle dostlardan özür dileyerek Bayram sonuna inşallah derim.
***
Önceki yazımda yıllar evveli “Balıkhane Nazırı Ali Bey” in Peyam-ı Sabah ve Alemdar gazetelerinde yayınlanan “On üçüncü Asr-ı Hicri’de İstanbul Hayatı” dizisinden “İstanbul’da İftar Sofrası” kısmını sunmuş diğer yemek kısmını bu güne bırakmıştım. (https://www.merhabahaber.com/yazar/Ahmet_Guldag/1859/13_Asri_Hicri_de_Iftar_Sofrasi.html)
Bu arada İftar davetleri yazımla ilgili olarak “Yağma Hasan’ın Böreği …” yorumcusu Ali Osman ve mail gönderen “Önde gelene şiş bize mafiş …” E. Yılmaz beylerle Ramazan hatıralarını zevkle okuduklarını mail ile bildiren okuyucularımızın ilgisine teşekkürler efendim.
***
“İftar sofrası ve İftar edecekler çevrelenmiş bekliyor...” diyerek başlayan Merhum Nazır Ali Bey, zamanın İftar ânı ve sonrası yazılımları ile anlatmaya devam ediyor..
“Top atılmasıyla beraber oruçlar açılır, o mükellef sofraya bir hücumdur başlar;
Çorbalar, Yumurtalar, Etler, Börek ve Tatlılar birbirini takip ederdi.
Beldemiz âdeti gereğince, hele Ramazanlarda yemeklerin çokluğu, misafirlerin ağırlanmasına bir ölçü kabul edildiğinden, yemeklerin arkasının alınmasına kadar beklemek tiryakilerin işine gelmediğinden, çoğu özür dileyerek sofradan kalkardı.
Vekil, Vezir ve büyüklerin konaklarının çoğunda (demek yakın zamanın, el kesesi ve yerinde olmuyormuş!) yemeğe ara verilmek usulü kabul edilmiş bulunduğundan, İftar vaktine birkaç dakika kala, hazır bulunanların önüne, ufak tepsilerde Reçel, Peynir, Zeytin gibi kahvaltı ve bir iki kâsede çorba konulurdu.
İftardan sonra Nargile, Çubuk, Kahve, Enfiye vb. gibi şeylerle keyifler yerine getirilirdi. Mükellef giyinip kuşanmış olan İç Ağaları, hizmete hazır bir durumda beklerdi.
Gerçi yemekten önce ve sonra, Leğen ve İbriklerle elleri yıkamak adet ise de, yemeklerin ellerle yenilmesi çirkin görüldüğünden, sonraları yavaş, yavaş Çatal-Kaşık bulundurulması da yaygınlaştı.
Vaktiyle Öd ve Amber yakılarak, Her tarafı kokulara boğmak adetti.
Büyük daireler de Kahve, Çubuk gelmesinde de bir çeşit teşrifat vardı. Evvela çubuklar uzun olmak ve kıymetli Kehribar ve süslü imamelerle bezenmiş bulunmak, mevcut misafirlere bir anda verilmek şart idi.
Hatta Hariciye teşrifatçısı Kamil Bey, hizmetkârların çubuk getirmesinden kinaye “Bu Kargılı heriflerden ne zaman kurtulacağız?” derdi.
Kahve takımını dairenin Kahvecibaşısı getirip, odanın uygun yerinde durur, kahve ibriği, soğumaması için “stil” denilen gümüş zincirli ateşliklere konurdu. Bu stili taşıyan yamak da Kahvecibaşının yanında bulunurdu.
Ne kadar misafir varsa o kadar ağa(!) Kahveci başının çevresine dizilirdi. Tepsinin üzerinde bulunan sırmalı örtüyü kıdemli iç ağası kaldırıp kahveci başının omuzuna kor, sonra ağalar kafesli gümüş zarflarla fincanları alıp, ateşlik üzerinde bulunan ibrikten kahveyi koydurup, zarfın altından tutmak şartıyla yine bir anda misafirlere verirlerdi.”
Nazır Ali Bey sofradaki olanları böyle geçtikten sonra, bir diğer sofra anlatımına geçiyor..
MUSTAFA PAŞANIN SOFRA VE YEMEĞİ
“Mısırlı Fazıl Mustafa paşa dairesinin İftar ve Sahur ziyafetleri, gerek Ramazanlar da, gerek diğer günlerdeki yemekleri, diğer vekillerin dairelerin de çıkan yemeklerin hiç birisine benzemez. Çünkü, Türk aşçısı, Frenk aşçısı, yemeklerinden başka, diğer deniz mahsullerinden kilerci başı birtakım yemekler daha hazırlardı.
Yemekler gayet lezzetli, kaplar büyük ve porsiyonlar çoktu.
İftardan başka, Sahur yemekleri de, konuşulmaya değer. Dana, Hindi ve av etlerinden yapılmış soğuk yemekler verildiğinden, birçok kişi Sahur yemeğine de giderdi.
Mustafa Paşa dairesinde, Usta, Kalfa ve çırak olarak kırk beş Türk aşçısı olduğu ve o nispette Alafranga ve Kadın aşçıları bulunduğu ve hele Karanfil Kalfa’nın harem de pişirdiği yemeklerin lezzeti, o zamanları bilenlerin malumudur.”
***
Bu günkü el üstünden olanlar bir tarafa, kendilerince yapılmakta olan iftar yemekleri ile kıyaslamak zor olur herhalde!..
Hele o zamanların konak sahiplerinin bizzat kendi keselerinden yapmasıyla manevi durumunu da(!) düşünürsek!..
O İftar ve yemeklerini görebilmek ne gezer. Sadece hatıralarını okuyup hayal kurabiliriz!..
***
Mübarek zamanın son demlerini yaşıyoruz. Çocukluk günlerim ve devamında. Teravih namazı sonu güzel ses ve makamla okuyan müezzinlerce. Cami içini çınlatan, dinleyenlerin gözlerinden yaş damlatan “Elveda ey şehr-i Ramazan” naat’ı (methiye-övgü) okunurdu.
***
“Elveda bizden sana ey şehr-i rahmet elveda
Sen gidersen yaktı bizi nar-ı firkat elveda
Geldiğin vakit yer gök, ahali cümle melekler sevinir
Gittiğin vakit ağlaşıp, çağrışırlar elveda
Hoş sefalar vermiştir bize vaslın şerbeti
Çünki gittin, fırkat ettin ah hasret elveda
Nurunla zeyn olurdu cümle mescitler tamam
Zikr, tespih hem teravih gitti bunlar elveda
Konuğunduk birer ay, şimdi terk ettin elveda
Minareler kargıda zar-ı giryan elveda
Gündüzün iyd idi bize gecelerin kadirdi
Gafletile çıktın elden can, canan elveda
Zi saadet şol kula kim seni hoşnut etti
Sen gidersen hoş sefalar tuttuk biz hak emrini
Yine kaldık hasretle zar-ı giryan elveda
Açılır cennet kapısı, örtülür nar-ı cehennem
Ey mübarek ferd-i âli şehr-i gufran elveda
Lütuf kıl, bizden şikâyet etme varıp hasret
Gerçi biz kullarda çoktur cümr-ü isyan elveda
Ya ilahi sen bu Mesced kavminin günahını
Lütfunla sen bağışla padişahım elveda”
***
Sağlık ve esenlik içinde yaşam ve iftarlar dileğimle…
-------
(*) Basılı yayınların yerlere düşme vb. oluşumları ile asıl yerine “Yüce Yaradan” demekteyim.