Nereye gidiyoruz yazı serisi
Güçlü olmak, hele haklı iken güçlü olmak çok önemli bir durumdur. Bu durum hem kendi hakkınızın korunmasını ve hem de masumların haklarının korunmasını sağlar. Haklı olduğunuz halde güçsüz olmak, (zamanımızdaki Müslümanların durumu) hakkınızın güçlüler tarafından her an yenmeye hazır olduğunun işaretidir. Onun için bizim bir önemli sloganımız; “Güç, hakkın emrinde olmalıdır” şeklindedir.
Zira Batı âlemi kendine çıkar sağlamak için güçlenmekte, bu gücünü de sadece kendi çıkarları için kullanmakta, başka milletleri ezerek ayakta durmaya çalışmaktadır.
İnsan olarak güçlü olmanın şartlarını belki yerine getirebiliriz. Yediğimize içtiğimize dikkat ederiz, zamanın ilmini öğreniriz ve bol bol spor yaparız. Böylece güçlü bir insan olabiliriz.
Ancak bu yetmemektedir. Toplum olarak da güçlü olmamız gerekmektedir. Onun için de fertlerinin güçlü olduğu güçlü bir toplumu oluşturmak zorundayız.
Bunu için başvurulan yolların başında hiç şüphesiz aile gelmektedir. Aile yapısı güçlü olan yani koca ve karının birbirleri ile anlaşabildiği, birinin diğerine saygı gösterdiği diğerinin de sevgi gösterdiği, çocuklara şefkat ve merhamet gösterilen, çocuklarında büyüklerini saygı ve hürmet beslediği bir aile yapısı.
Hemen arkasından akrabalar ve komşular arası ilişkilerin en gelişmiş halde olduğu bir toplum yapısı, güçlü toplumu oluşturmada en önemli adımlardan birisidir.
Resim; Saadet sarayını inşa etmek için o işi yürütecek bir başmühendise, (başkana) yeteri kadar ustaya (yardımcı) ve işçiye (üyeye) ihtiyaç vardır.
KUM TANECİKLERİ YÜK TAŞIMAZ
Bir yere dağlar kadar kum yığsanız. Bu kuma yük taşıtabilir misiniz? Kum yığını en küçük bir yük altında hemen dağılır ve asla yük taşıyamaz.
Ama aynı kumu alır, içerisine çimento karıştırırsanız ve bir de inşaat demirleri döşerseniz, işte bu yapı ile istediğiniz yükü taşıyabilir ve koca koca binaları dikebilirsiniz.
Kolon ve kirişlerde ki demirlerin karşılığı, sosyal hayatımızda ki sivil toplum kuruluşları yani dernekler, vakıflar, sendikalar, bunların oluşturdukları federasyonlar, konfederasyonlar ve partilerdir.
Bir ülkede sivil toplum kuruluşları ne kadar çoksa ve bunlar ne kadar faal iseler o toplum o kadar güçlü bir toplum demektir.
Askeri hareketlerde ve ihtilallarde sivil toplum kuruluşlarının kapatılması ve uzunca bir süre kapalı kalması, toplumu bir karışıklığın ve kaosun içine sokmuştur. Toplumda ne Başkanlar kalır ne de onlarla organize olmuş insanlar. Herkes bir “serseri mayın” haline gelir, kiminle karşılaşsa patlayarak ya kendini helak eder veya karşısındakini…
Her zaman verdiğim bir örneği burada tekrar vermek istiyorum.
1980 öncesi anarşi ve terörün kudurduğu günlerde, bir Pazaryerine birlikte gidelim. Pazarda alış veriş yapan, sadece kendi filesini veya torbasını doldurmaya çalışan yaklaşık 500 insan olsun. Derken aynı pazaryerine üç tane militan gelsin ve başlasınlar slogan atmaya ve sağa sola sataşmaya…
Ne olur Pazaryeri? Ne dersiniz? Ben size söyleyeyim. Bir anda o 500 kişi, “çil yavrusu gibi dağılır” oradan kaçan kaçana… Paniklemiş kalabalığa şunu anlatamazsınız.
“Kardeşim. Siz beş yüz kişisiniz. Onlarsa üç kişi… Belki tükürüğünüzle bile boğabilirsiniz onları. Durun kaçmayın (!)”
Bu olayın mukadder soruları şu şekilde karşımıza çıkar. “Bu 500 kişi bu üç kişi karşısında niçin kaçmaktadır? Bu üç kişi, 500 kişiyi kaçıracak gücü nereden bulmaktadır?”
Görülecektir ki bu üç kişi organize olmuşlardır. Yani içlerinden birisi bunların başıdır, başkanıdır. Diğerleri de ona itaat etmektedirler. Böylece bu güce erişmişlerdir.
Gerçi bunların güttüğü bir hak davası değildir. Hatta batıl bir davadır. Ama sosyal yapılarında oluşturdukları bu yapı ile onlar bile güç kazanmışlardır.
BU KONUDA Kİ ÖLÇÜLERİMİZ
Peygamberimiz Hazreti Muhammed (s.a.v) İslam’ın mücadelesine Mekke’de değil de “Hicret ettiği Medine’de başlaması” bizim için güzel bir örnektir. Zira Medine de birinci ve ikinci Akabe biatlerinde kendisini imam (baş) kabul etmiş insanlar bulunmaktadır. Mekke’den Hicret eden Müslümanların sayısı da buna ilave olunca oldukça güçlü bir organizasyona (Ümmet yapısına) kavuşmuş oldular.
O devirlerde Medine de bulunan Yahudi kabileleri ile ve diğer Müslüman olmayan kabilelerle anlaşmalar yaptılar. Yeni bir din (dünya görüşü) olan İslam’ın kurallarını orada uygulamaya başladılar. Medeni ayetlerin (Medine’de inen ayetler) hemen hepsinin “Ahkâm ayetleri” olması boşuna değildir.
Onlara kimse, “Durun bakalım. Siz, kendi kendinize burada ne yapıyorsunuz?” diyemedi. Çünkü karşılarında Ümmet yapısına kavuşmuş (organize olmuş) insanlar vardı.
Bir Hadis-i Şerifte Peygamber efendimiz; “Yedullahe alel cemaa (Allah’ın rahmeti cemaat (burada ümmet) üzerinedir” buyurarak, topluluğun sahip olduğu yapıya rahmetin ineceğini, bu rahmetin de topluluğu güçlendireceğini bildirmiş olduğunu görmekteyiz.
Bediuzzaman Hazretleri ise; “Allah için bir araya gelen iki kişi artık iki değil on bir kişi gücündedir. Eğer üç kişi bir araya gelirse bu yüz on bir gücü demektir” buyurarak işi matematiksel bir anlatıma dönüştürmüştür.
Kolon ve kirişler için dökülen betonun içindeki çimentonun, sivil toplum kuruluşlarında ki karşılığı, insanların hakka inanmaları ve birbirlerine yakınlaşmalarıdır.
Yukarıda ki örnekte batıl da olsa buna inanarak bir araya gelen insanların, neler yapabildiğini göstermesi açısından önemlidir. Ya bu bir de Hak dava için yapılırsa… Ve bunun özünde “Ben bu yolda ölürsem şehit, kalırsam gazi olurum” inancı yatıyorsa, o zaman ne büyük olaylar yaşanacaktır, bir düşünün bakalım.