Züleyha'nın, gömleği arkadan yırttığını değil de, o gömleğin önündeki yakasına bu kez hasretle yüz sürdüğü bir kavuşma ve kucaklaşma anını düşünün. Mecnun'un düştüğü çölde Leylasına elinde bir tas su ile rastladığını; hayati/ölümcül derecedeki iki susuzluğun da aynı anda dindiğini... Ferhat'ın dağı delerek açtığı karanlık tünelin ucunda nihayet beliren ışığın, gökyüzüne ve ferahlığa mı, yoksa, Şirin'in nur yüzünden yayılan ışığa mı ait olduğunu anlayamadığı, mutluluk sarhoşluğuyla bocalayıp aklının başından gittigi o mucizevi anı...
Ta öte diyarlardan çıkıp gelen ve "Gel artık" diyen bir çağrının, kulağınızın içinde mi yoksa şah damarınıza yakın bir yerlerde mi yankılandığını anlayamayacağınız o an gibi. Bir gün mutlaka, ama ne zaman alacağınızı bilmediğiniz o altın yaldızlı davetiyenin, kapınızın hemen önüne bırakılmış olduğunu düşünün, hem.
Türkçesi, yıllarca içinde hüküm ve hayat sürdüğünüz, sürmek zorunda olduğunuz bedenden, tum o vücut aleminden ve bilindik varlik sahasından çıktığınızı, gittiğinizi, azade edildiğinizi düşünün. Hoş, insan hiç bilmediği bir şeyi düşünebilir mi, ya da, düşünmek eylemi yalnızca eldeki bilgiye ve veriye göre mi toplanıp şekillenir; düşüncenin ayağı illaki somut bir zemine mi basar, bilemedim. Şimdi hala o bedenin içinde olup bunları yazıp okuduğumuza göre, henüz hiç birimiz o anı yaşamadık ve öyleyse 'düşünün' demek yerine 'hayal edin' mi demeliydim? Eski sözcüklere ihtiyaç duyduğumuz şu dakikada 'tasavvur edin' demeyi tercih ediyorum o halde. Düşünmek ve hayal etmek arasındaki bir ifade... 'Kurgulamak' gibi. Peki, öyleyse, "Yıllarca içinde hüküm, hayat ve ömür sürdüğünüz, sürmek zorunda olduğunuz bedenden, tüm o vücut aleminden ve bilindik varlik sahasından çıktığınızı, gittiğinizi, azade edildiğinizi kurgulayın". Gelip bizi alıp götürecek olanlara, şu anda bizlerce bilinmez olan o seyahatte bizlere eşlik edecek olanlara yani, mutlaka ve muhakkak, "Daha benim işlerim vardı. Yapacaklarĵm henüz bitmemişti." diyeceğiz istisnasız her birimiz. Uzun süredir hasta yatağında yatıp o anı bekleyenler bile öyle derlermiş. (Hangi istisnanin gücü, koca bir kaideyi bozmaya yetebilir ki?) Fakat o 'yolculuğa eşlik edenler', bu ve buna benzer itirazları duymaya alışkın ve antrenmanlılardır. Oysa vücudun içinden kurtulmayı, evet bunu bir kurtuluş olarak betimlediğimiz anları gelip bize tekrar bir gösterseler, bir yüzümüz olsaydı kızarır ve bir başımız olsaydı öne eğilirdi o an.
Neyse. Başlayan bir yolculuk, bir noktaya kadar süren bir seyahat, buna eşlik edenler...
Kimine göre zor ve sancılı, kimine göre hafiflik, hürriyet ve ferahlama hissiyle dolu geçecek olan o süreç... "Sonrasını gidip gören ve geri dönüp anlatan da yok" desem... Öyle desem, akıl nimeti ve lütfu, hemen karanlık yüzünü göstererek, zorbalaşıp da isyan etmeyi bir refleks gibi gelip tezgahın üzerine bırakır o an. Oysa aklın aydınlık yüzünde, onu kullanmamız gerektiğinin söylendigi Yüce Kitap'ta, işin sonraki bölümleri hakkında şimdilik bize yetecek kadar bilgi verilmiştir. Tabi kendi nefsinize zulmedecek kadar kibirli ve inkarcı bir çizgide değilseniz eğer...
Fakat doğum diye bildiğimiz, varlık sahasındaki 'geliş' in, bir önceki durak için gidiş olduğu kadar, ölüm diye bildiğimiz, varlık sahasındaki 'gidiş'in de, bir sonraki durak için 'geliş' olacağını akledemeyecek kadar dar fikirli değilizdir yine de. Yusuf'un, Leyla'nın, Şirin'in ve daha nicesinin mayasıyla ve manasıyla kucaklaşmayacağımızı da kimse söyleyemez o halde.