Cüzî irade diyelim...
Tüm bir kader konusu başlığı altında, cüzî iradenin yeri niceliksel olarak kaplanan yer bakımından gerçekten de cüzî midir bilemem ama nitelik yönünden anlamı ve ağırlığı oldukça kallavîdir. 'Cüzî' sözcüğünü önünden kaldıracak kadar, belki de.
Kişinin o iradeyi, adı üzerinde, kendi iradesiyle gösterip göstermeyeceğinin, zamandan münezzeh olan Yaratıcı tarafından, bizlerce 'önceden' bilinmesi ve bunun Levhi Mahfuz'da kayıtlı tutulması, önceden belirlenen rolü oynayan bir kukla olduğunu nasıl göstersin insanın? Israrla ve inatla, hâlâ ve hâlâ, şu kukla rolünü oynadığını var sayıp buna isyan eden asi ve asiyelere hitaben ve istinaden bu kısmın altını çizerek söyledim.
"Peki kendisi için ezelden takdir edilenin dışına çıkabilir mi insan bu iradesiyle?" diye soracak olursak da... Elbette "hayır" cevabıyla karşılaşırız.
Bireysel menfaat bakımından şer olarak görülen bir durumun da, bütünün hayrı için elzem olduğunu düşünmek, nefsi elbette bir miktar isyana ve hatta inkara doğru sürükleyebilir, o apayrı konu.
İki üstteki paragrafa ekleme yapma konusunda kendimde bulabileceğim güç ve cesaret de, belki bir miktar var olabilir ama şu 'bütünün hayrı' konusunda daha fazla kalem oynatmak beni oldukça aşacaktır. Bu yüzden, o hayır cevabının sorusuna dönelim.
Ezelden takdir edilenin dışına çıkabilir mi insan?
Buna verilecek bir 'evet' yanıtı, illaki haddi aşacaktır peki ama önünü, yolunu ve sonunu görme konusundaki görüş ve biliş hüneri sıfır olan insan evladına, bunun imkansiz olduğu yani takdir edilenin dışına çıkamayacağı telkin edildiğinde, bu bilgi elbette kişiyi çaresizlik hissine iterek eli kolu bağlayacak ve onu enikonu bir tembelliğe sevk edecektir. Işte ben buna kırılma noktası diyorum. Zira o kişiye denmez mi ki, şu an ulaştığın ya da -mecazi de olsa- sahip olduğun miktar, ne bilirsin ki, hakkındaki takdirin yalnızca çok az bir kısmıdır, diye? İşte şeytanın bacağını kırıp -ümitsizliğini ve çaresizliğini yok edip- kavrama noktasina doğru zamanda ve miktarda bir kuvvet-irade- uygulayan insan, İsra Suresi 13. Ayette bahsedilen "Biz her insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık." gerçeğine muhatap olacaktır. ("Bu böyledir, şu şöyledir gibi kesin hükümler içeren cümleler kurduğuma bakmayın. Zira bunlar yalnızca kişisel algı ve yaklaşımlarımdır. Sizler gibi aciz ve cahil bir kulun acizane fikirleridir yalnızca)
Neden yazmak için bu konuyu seçtiğimi soracak olursanız ve samimiyetle cevap verecek olursam da, nicedir olmasını dilediğim bir şeyin öyle kendi kendine olmayacağını; bunun için bizzat eyleme geçmem gerektiğini henüz yeni idrak ettim de... Bunu daha yeni mi anladığımı sormayın. Bakmayın, insan çocuktur çünkü her yaşta... Öyle değil midir?
Ezcümle, ayet-i kerimede bahsedilen ve kişinin kendi çabasına bağlı kılınan kaderde, "bir kaderden başka bir kadere yönelebileceği*" kadar bir manevra kabiliyeti ve hürriyeti verilmiştir insana.
*Hz. Ömer bir yolculuktayken, gitmek üzere oldukları Şam'da salgın hastalığın zuhûr ettiğini haber alınca gerekli istişareler neticesinde Şam'a gitmekten vazgeçmiştir. Aslında Cenâb-ı Hakkın ve Efendimiz'in (sas) emrine daha muvafık olan bu ihtiyat ve tedbir karşısında sahabeden Ebû Ubeyde b. Cerrah (ra), Hz. Ömer'e: "Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?" diye sormuş, Hz. Ömer ise şöyle cevap vermiştir: "Ey Ebû Ubeyde! Ben Allah'ın kaderinden yine Allah'ın bir başka kaderine kaçıyorum. Ne dersin, senin develerin olsa da bir tarafı verimli, diğer tarafı çorak bir vadiye inseler ve sen verimli yerde otlatsan Allah'ın kaderiyle otlatmış; çorak yerde otlatsan yine Allah'ın kaderiyle otlatmış olmaz mıydın?" (https://1000kitap.com)