Çocukluğumda kasvetli, sıkıntılı zamanlarda kitapların arkasına sığınırdım.
Türlü renkler, kahramanlar, kitaplar arası kolay zahmetsiz geçişler; masraflı(!) seyahat külfetlerinden de kurtarırdı, bir nebze yaralara su serperdi. Hülyanın elbiseleri üstüme geçerdi; geri dönüş(üm)üm muhteşem(!) olacak idi.
Sevdiklerimden biri de F. H. Burnett’in yazdığı Küçük Prenses romanıydı. O dönemden kalma kitabı hâlâ saklarım. İnsan bazen küçük bir kız olduğuna inanamıyor, o yıllardan kalma, hatırlatıcı bazı deliller(!) ayırıcı özellikler görmek istiyor herhalde.
Önce zenginken, babasının emanet ettiği yatılı okul sahibesi Miss Minchin tarafından, yoksullaştığı için zülme uğrayan bir kızdı Sara. En sevdiği oyunlardan biri de, kitaba adını koydurduğu “Prenseslikti”.
Babası Yüzbaşı Crewe Hindistan’a gitmiş ve bütün parasını oradaki bir elmas madenine yatırmıştı. Sonradan hastalanıp vefat ettiğinde, beş parasız olduğu düşünülüyordu. Sara, eski şaşaalı günlerine bir müddet sonra dönecek, zengin bir prenses gibi hayatını sürdürecekti.
Tabii o zamanlar, sömürgecilik hakkında bir fikrim yoktu.
“Muhterem pederinizin Hindistan’da ne işi var. O ülkeye ait elmas madenleriyle, zenginliklerle ne derdiniz var” gibi sorular aklımıza gelmezdi. Bilmezdik.
Kitapları, fikirleri, ardındaki gizli mesajları yutardık.
Frances Hodgson Burnett’in, bu defa “Gizli Bahçe’sini’, uzun seneler sonra tekrar okudum. (Çev. Devrim Denizci, Can Yayınları, 2019)
Tabii, ileri yaş okumaları, alınan kitap keyfi daha farklı oluyor. Ama güncel, yeteri kadar can sıkıcı kitaplar, okunma sırasını bekliyordu. Biraz değişiklik iyi gelirdi.
Roman kahramanı yine Hindistan’dan gelmiş küçük bir kızdı. Mary’nin anne ve babası koleradan ölmüş, o da İngiltere’de, bir malikânede oturan eniştesinin yanına gönderilmişti.
Gizli Bahçe’yi, huysuz, aksi Mary’nin gelişimini, çocuksu(!) bir hevesle okurken birkaç şey tespit ettim.
Önce mesela “kara yüzlü yerli hizmetkârların, dövülüp tekmelenebileceği; onlara en kötü gelen ‘domuz’ gibi hakaretlerin edilebileceğini” öğreniyordunuz.(sf. 8-9).
Hizmetçi Martha’nın Mary’ye, “Hindistan’da saygın beyaz insanlardan çok siyah insanlar varmış. Senin de Hindistan’dan geldiğini duyunca, senin de siyah olduğunu sandım’ demesi üzerine, Mary’nin “Seni… seni domuz seni! Onlar insan değil, onlar senin önünde eğilmesi gereken köleler” diyerek karşılık verebileceğini. (sf. 41-42)
Hintli hizmetkârların beyaz efendilere hizmeti; en saçma, aykırı isteklerde bile, önünüzde eğilerek ‘gelenek böyleydi’ şeklinde mutlak itaati benimsemesi, içselleştirmesi gerektiği… (sf.43-44, 58)
Yine Roman boyunca İngiltere-Hindistan mukayeselerinden biri, hizmetçiler üzerinden de tekrarlanıyor:
İngiliz görevlilerin tam aksine söz gelişi “Hindistan’daki yerli hizmetçiler hiç böyle değildi. Fazla itaatkâr ve köle gibilerdi, hatta kendilerini onlarla eşit görmedikleri için konuşmayı ile akıllarından geçirmezlerdi. Yerlere kadar eğilerek selâm verirlerdi. Hindistanlı hizmetçilerden bir şey istenmezdi, onlara bir şey yaptırmak için emredilirdi. ‘Lütfen’ ya da ‘teşekkür ederim’ gibi şeyler söylemek adet Değildi, hatta Mary sinirlenince Ayah’ı tokatlardı”(sf.38)
İngiltere’nin iklimi, havası suyu bile bir başka güzeldir.
“Mary hayatında bu kadar mavi bir gökyüzünü hayal bile etmemişti. Hindistan’da gökyüzü her zaman alev alev yanardı; buradaki gökyüzü derin, serin bir maviydi, hatta çok hoş ve dipsiz bir gölün suları gibi ışıldıyordu; bu kubbeli maviliğin arasında yer yer kar beyaz pamuklar gibi görünen bulutlar geziniyordu.” (sf. 82)
Mevsimler bile Hindistan’da eksiktir:
“Ben Hindistan’da baharı hiç görmedim çünkü orda bahar yoktu” dedi Mary” (sf. 270)
Romanın diğer kişisi Colin, bir “raca, kral gibi” mağrurdur, sesi ihtişamlıdır, çok asil görünür. Malikânenin bahçıvanına şunları söyler mesela:
“Ben senin efendinim,’ dedi. ‘Babam öldüğü zaman bana itaat edeceksin.” (Sf. 291)
Kitapta, üstünün hukuku; kralın ya da kraliçenin buyruğu altına girmenin doğallığı da işlenir; bir imparatorluk azameti, gururu hissedilir. Krallar gibi, soylu İngiliz gençleri de bir geleneği devam ettirmelidir:
“Bahçıvan ‘Al evlat,’ dedi gülfidanını Colin’e verirken. ‘Kral yeni bir yere gidince toprağa gül dikiyor ya, sen de al bunu, kendin dik.” (sf. 299)
Yazar, her iki kitabında da bolca sihirden bahseder. Sihir anlaşılır ki, Hristiyanlığın büyüsüdür. Roman sonlarında, hep beraber, kilisede edilen şükür duası okunur:
“Lütuf sahibi Tanrımıza/ Şükredin ey canlılar/ Siz ey Cennet ahalisi/ Baba’ya, Oğul’a, Kutsal Ruh’a şükredin. / Amin.” (sf. 352)
Yazar, 12 yaşındaki çocuğa “Bilim adamı olmak” hedefini koydurtur:
“Büyüyünce büyük bilimsel keşifler yapacağım….Bilim insanları zaten hep çok meraklıdır, ben de bilim adamı olacağım” (sf. 308, 309)
Eh, ileri yaş okumaları böyle… Vaktinde o okumaları yapmasak, bu okumaları yazmaları da gerçekleştiremezdik belki de.
1849- 1924 seneleri arasında yaşamış Frances Hodgson Burnett’in üslubu sürükleyici. Ülkesinin politikasını, bakış açısı, anlayışını da, yazdıklarına yedirmiş; bu anlaşılabilir.
İngiltere’nin değerlerine sahip çıkması, emperyalistlere sevgisi de, bir açıdan makuldür herhalde. Bize göre yazmasını bekleyemeyiz.
Mesele, biz de… Millî, manevî şuurdan mahrumiyet hastalığımız; pasif durumda olmamız ve onların kültürel tahakkümüne, baskısına sürekli maruz kalışımız.
Kendimizi avutmayalım. Birilerine göre muhtemelen, halen “kara kafalı, kara derili hizmetkârlarız”. Fazla söze gerek yok.
Yazarlarımıza, özellikle çocuk edebiyatı yazarlarına, aydınlarımıza çok iş düşüyor.