Neden pek çok insan sömürüldüğü, aşağılandığı, istismara maruz kaldığı, şiddete uğradığı ilişkilerde takılı kalır? Neden bu kadar kötüye kullanıldığı ilişkilerden vazgeçemez ve onları benimser? Ve neden bu kadar zorlandığı ilişkilerdeki zalimlikleri yapan celladına âşık olur?
Pek çok insan, bilinçli ya da bilinçdışı olarak, tek bir cevabı olmayan bu soruların öznesi olduğu ilişkiler döngüsünde takılı kalabiliyor. Bazen geçmişte yaşadığımız ilişkilerin tekrarı, bazen bilinenin verdiği güven, bazen bu zorlukların üstesinden gelebilirimin ispatı, bazen de çaresizliğin doğurduğu bağımlılık bu döngüye neden olabiliyor.
Bağlanma teorisine göre ilk sevgi, güven ilişkisini kurduğumuz birincil bakım verenlerimizle (genellikle anne, baba) oluşturduğumuz bağ, gelecekteki ilişkilerimizdeki bağlanma stillerimizde (güvenli, kaygılı, kaçıngan) etkilidir. Bakım verenimiz dengeli, sürekli, duyarlı ve güvenilir bir şekilde ihtiyaçlarımızı karşıladıysa gelecekte sağlıklı ve olgun ilişkiler kurabiliyoruz. Bunun tam tersi olduğu durumlarda ise ilişkilerimiz tersine evrilebiliyor. Örneğin bakım verenimiz bizi terk etti, ihtiyaçlarımıza duyarsız kaldıysa terk edilmekten korkabiliyoruz. Nihayetinde terk edilmemek için terk edebiliyoruz ya da yeni bir ilişki kurmaktan kaçabiliyoruz. Bazen de terk edilmekten öyle korkuyoruz ki bize zorbaca davranılmasına rağmen o ilişkide kalabiliyoruz, gitmesin diye yalvarabiliyoruz. Ayrılmamız gerektiğini, zarar gördüğümüzü bile bile ilişkimizin devam etmesi için çırpınabiliyoruz. Terk edilmeyelim derken bizi terk edecek kişilerle ilişkiler yaşayabiliyoruz. Çünkü ilişkilerimiz ne kadar çocukluğumuzda kurduğumuz ilişkilere benzerse kendimizle o kadar az çatışma yaşıyoruz, kendimizi o kadar güvende hissediyoruz. Zira eski ve tanıdık olan güvenli olandır.
“Köpek gibi büyütülmüş çocuk” kitabında, Perry ve Szalavitz “Deneyim tanıdık ve güvenilir olarak bilinen bir şeyse, beynin stres sistemi aktive olmaz. Ama gelen yabancı, yeni veya tuhafsa, beyin anında stres yanıtı vermeye başlar” ifadelerini kullanmaktadır. Bu ifadeler de açıkça gösterir ki; örselensek de yıpratılsak da yaşadığımız şey, eğer çocukluğumuzdan aşina olduğumuz bir yaşantıysa, o yaşantı bize çocukluğumuz kadar eski ama bir o kadar da tanıdık gelebiliyor ve beyimizin sinir sistemi bu aşina olduğumuz yaşantı için stres yanıtı vermeyebiliyor. Böyle olduğu için de çoğu insan, yaşadığı esareti yaşamadığı hürriyete tercih edebiliyor.
Bazı insanlar ise hiç yaşamadıkları hürriyeti yaşayabilmek için kendilerini esaretin kıskacına atıyorlar ve bunu sürekli bir şekilde devam ettiriyorlar. Freud’un “yineleme zorlantısı” olarak ifade ettiği bu durumda kişiler, yaşadıkları travmatik bir tecrübeyi benzer koşullarda tekrar tekrar yaşayarak travmanın oluşturduğu olumsuz etkileri gidermeye çalışırlar. İstismara maruz kalmış birinin sürekli olarak istismar edilebileceği ilişkiler yaşaması buna örnektir. Burada bilinçdışında da olsa amaç travmanın oluştuğu koşulları şimdi ve burada da oluşturarak kişinin bunun üstesinden gelebileceğini kendisine kanıtlaması, iyileşebilmesi ve travmayı çözebilmesidir. Ancak kişi bu yeniden canlandırmalarda yeni yöntemler uygulayamadığından ve faklı roller sergileyemediğinden travmayı çözümleyemez ve geçmişte yaşadığı acı verici deneyimi tekrar tekrar yaşar. Dolayısıyla başlangıçta belirtilen zorlayıcı ilişkiler döngüsünde kısılıp kalır.
Bazen de bu zorlayıcı ilişkiler döngüsünde kısılıp kalmak “stockholm sendromu” adı verilen travmatik bağlanmalar sonrasında oluşur. Stockholm sendromu, yoğun psikolojik baskı sonrasında kişinin kendisini esir alanla empati ve sempati kurması sonucu ortaya çıkan psikolojik bir durumdur. Adını, Stockholm kentinde, bir banka soygunu sırasında soyguncular ve rehineler arasında gözlemlenen ilişki biçiminden alan bu sendromda, dış dünyadan soyutlanan rehine, yoğun psikolojik ve fiziksel şiddet ortamında, temel ihtiyaçları için dahi kendisini esir tutan kişiye muhtaçtır ve kendisini o kişiye bağımlı hisseder. Güç dengesizliğinin aşikâr olduğu bu ilişkide şiddetin kesildiği anlarda ise; rehine kendisine bir iyilik yapılıyormuş gibi hisseder. Hatta bir süre sonra kendisini esir tutan kişinin bakış açısıyla olayları değerlendirmeye, ona şefkat, minnet, empati, sempati duymasının yanında onu savunmaya, ona hak vermeye ve onun davranışlarını rasyonalize etmeye başlar. Konuyla ilgili belgeselde konuşan rehinenin “Soyguncu beni öldürmeyeceğini, sadece bacağımdan vuracağını söyledi. Ne kadar nazik ve düşünceli bir insan olduğunu düşündüm” ifadeleri anlatılanları özetler niteliktedir.
İşin acı tarafı celladının gerçekliğini kendi gerçekliği olarak kabul eden rehine, kendisine yapılan bunca zulümde dahi celladını haklı görmektedir. Çünkü o artık celladına aşıktır ve yeni bir gerçeklik oluşturamadığı sürece bu böyle devam edecektir…