Cevap

Hüzeyme Yeşim Koçak

“Dünyanın en kasvetli yeri, içinde Sevgilinin bulunmadığı Sevgili’nin evidir.”

(Bayezıd-ı Bestami)

Basit bir bedeni, ölümlüyü, hatırlatmak için neler yapmışlardı. Bu bir güç sergilemesiydi ve göze çakılan elbette Tanrı’nın kudreti değildi.

Üste çıkan, tepeden bakan, “benim” diyen, adını yazan bir kral resmi.

Kötücül, dikbaşlı, âsi, içinde nice güzelliği, edebi ve fazileti yutmuş bir altın buzağı, benlik tapınağı gibi.  Niceliğin hâkimiyeti, kibrin galebesi, dalâlet izleri…

Garp tarzı, ağzı; sanki dahilî ve haricî bir düşmanın estirmesi, ünlemesi. Genelde âdeta “Şahsiyete” yönelik bir ses kısma, bastırma denemesi. Kâbe-i Muazzama’nın üstüne kâbus gibi çöküş…

 Binaları biçiveresi geliyor. Peygamber Efendimiz’e saygıdan söz edilirken, her seferinde, “Nemrutvâri binalar yükseltmekten de geri kalmıyorlar. Uğur Bey öfkeleniyor. Elinde değil.

 Müslümanlar da onaylıyor, kabul ediyor. İçinde alışveriş ediyor, devre mülkler edinip, ziyaretlere geliyor, üstelik övünüyor.

Bir taraftan en ye(ğ)ni ucubeler arsızca, sırnaşıkça boy gösterirken; diğer yandan alabildiğine, ziyankâr bir yıkım devleşiyordu.

 Gezide de şahit olmuşlardı. Uhud’u düzlemişler. Cennetü’l Muallâ, Cennetü’l Bakî Kabristanı… Ebukubeys dağı, dağlıktan çıkmıştı. Hendek de yoktu. Ecyad Kalesi gibi nice Osmanlı eseri çoktan yele karışmıştı.

  Hadi onlar, Arap tarihlerine “emperyalist” diye yazdırılan bir milletti. Görselliğin, kadim işaretlerin, bunca önemli olduğu bir çağda; peygamber izlerinin kendi doğduğu ülkede yok edilmesine ne demeliydi.

Bir tarih şuuru, Müslümanlık bilinci nasıl oluşturulacaktı. Neticede bir Büyük Din; Osmanlı katkılı, ortak muazzam bir şark imajı da böylelikle eksiltiliyordu.

Hâlbuki çok zorlanmadan; atmosferi yakalayabilecek, güçlü delillerle Hz. Peygamber’e daha sargın, yanık olunabilecekti. Uzaklıklar silinecek, O, “insan” ve peygamber olarak daha belirginleşecekti.

Ruhî bir yara Uğur’u güçsüz bırakıyor, manevî havanın içine bir giriyor, bir çıkıyordu. İşte zihin dağılmış,  sabahki yüksek duygular farklı bir mecraya dökülmüştü.

Özellikle bu mekânda somut, gözle görülür, elle tutulur, sevilir okşanır delillere, eşya diliyle de iletişime, canlandırılır zamana, her telden cümleden inceden mesajlara, içe davete ihtiyaç vardı.

Sevgiyle ilişkiyi; Kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığına inandığımız mümtaz bir şahsiyetle derin bir bağ(lantıy)ı içeren, sevinç eşlikli bir gururu neden vurgulamayalım; kutsal bir emeği, hâsılayı, mirası ne sebeple göstermeyelim, niçin kaydetmeyelimdi.

Güzellik, bir anlamda tarihî değeri muhafaza edip, güne getirerek, bir “zaman dışılık” meydana getirmekle yaşatılabilirdi. Korumak, sahip çıkmak da; bizim emeğimiz, sorumluluk ve borcumuzdu.

 Konuya dâir, Anadolu’da yıllardır hüküm süren, her türden bir tahribatsa; hazin, ayrı bir hicran faslıydı.

İçiyle, dışıyla bir müddet konuşuyor, çekişiyor, sorularla cebelleşiyor; sonra tenkit ettiği bir kara çembere girip, şeytan dolabında dönmeye başladığı hatırına geldiğinde de; yüreğinin acıdığını görerek üzülüyordu.

Yeni bir cümleye ihtiyacı vardı. Aşındı, devri geçti zannedilen kelimelerin peçesinin açılmasına; yeni bir ilkaha ve nikâha; ruhla, mekânla, dille, gönülle evliliğe; Hak’la cilvelere…

Fakat bazen her ikisi de gerçekleşir, çiçeği burnunda cümleler kurulduğu gibi, sor(g)ulara beklenmedik cevaplar da gelirdi.

İki vakit namazı Mescid-i Harâm’da eda etmişti. Konuşkan, sıcak ihtişamlı gece bu topraklarda eşsiz, nâdir bir güzellik takdimine hazırlanıyordu.

Kâbe için, Muhyiddin Arabî Hazretleri; “Efendimizin toprağı, Hz. Âdem’inkinin aksine sadece Kâbe mevziinden alındı.  Ki orası Allah-ü Teâlâ’ya iman mahallidir.” buyuruyordu.

Bazen ruhunu saran çılgınlık nöbetleri; hep bu toprağın, Sahib’inin ve bağrından fışkıran Sevgili’nin yüzündendi belki de.

Gözlerini Kâbe’ye dikti. Bir daha..bir daha baktı. Kâbe dimdik, göğe doğru uzanıyor, yükseliyor; gökler bağrında O’na yer açıyor yahut asıl hüviyeti meydana çıkıyordu.

Âlem(ler), yeryüzü, gökyüzü, tüm kâinat hepsi Kâbe’den ibaretti. Hiçbir sınır, çizgi, ayrım görülmüyordu. Dibi bucağı yoktu. Nasıl daracık bir alana hapsedilebilirdi ki.

Bu şüphesiz göksel/ dikey bir ilerlemeydi.

Görünmez küçük bir benek olarak, eridi, eridi. Uçsuz bucaksız siyahîliklerde yitti.

Benzer nadirattan bir duyguyu; çimenlerin üzerine, rastgele en akla gelmez yerlere, yollara serilmiş, bir başka düzeni hayatlarına geçirmiş, keyifli insanları görünce de yaşamıştı.

Memleketinde; yakın manzaralar aynı duyguyu, böylesi bir özellik ve yoğunlukta uyandırmıyordu. Bütün satıh/ zemin Allah’ın yeriydi. Git, gidebildiğin kadar.

Bu da yatay ilerlemeydi.

Azamet! Kudret! Vahdet! Tatlı bir haşyet! Zikret! Fikret ve Şükret!

Sonra…

Sema ve yer, birbirinin üzerine kapanıyor, çakışıyor, bükülüp dürülüyor. O zaman yalnız tek bir nokta biricikleşiyordu: Allah! Her cihetten Allah! Yektir Allah!

Olguyu hayal edip, beyninde gezdirebilir, sade bir hadise gibi okuyabilirdi.

Ama kuvvetli, elle tutulur bir gerçek olarak; bir içsel bilgi; manevî tecrübe şeklinde şimdi, burada yaşıyordu.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.