Hilâlle Haçın savaşı değildi artık savaşımız.. düşman da kimdi, paranoyak hayallerin gereği neydi? Dinimiz sorgulayıp, yumuşatılmaktan lastik top olmuş, elde zıp zıp zıplatılıyordu.
İstiklâl Harbini çoktan unutmuştuk. Çanakkale ruhuyla, şehitlerimizle övünemezdik artık. Moralimiz hiç yükselmemeliydi. Yükselmemeliydi ki “ney”i unutup, farelerin (çaldığı kavalın) peşinde yitmeliydik. Yediden yetmişe elimizde bir silgi, geçmiş gelecek şanlı izlerimizi, varlığımızı silmeliydik.
Amerikan projeleriyle, Avrupa Birliği’nin verdiği ev ödevlerini eksiksiz yerine getirmekle, dört başı mamur itaatimizle gurur duyabilirdik ancak. Avrupa normlarına bir uyabilsek, bir de faşistlere çakabilsek, hiç tutmayın gayri, karada ölüm yoktu bize. Cennet değerdi eteklerimize…
O yüzden 1683’ten bu yana hâlâ geri çekilişimiz devam ediyordu. Âkifler değil Fikretler yoldaşımızdı.
Mehmet Âkif; kimi “İslâmcı” geçinen çevrelerce itibar edilmesi yersiz, “millî şairliğinden” dolayı geride bırakılması gereken bir şahıstı ama gene bazı Müslümanlarca Ahmet Altan muteber, sözü sazıyla, icazetli Tarafıyla, sonuçta Allahsızlığıyla makbul bir kişilikti.
Küçülüp duruyorduk. En yetkili ağızlar, aydınlar; İstiklâl, Çanakkale, destanî bir ruh, millîlik gibi kavramları, tanımlamaları, bekamızın kaynaklarını indirgemekle, tahfif etmekle meşguldü.
Tarihimizi yüceltmediğimiz gibi kötüleyecek; sürekli bir şeylerden, içtiğimiz su, soluduğumuz hava, bilhassa kanımızdan dolayı özür dileyecek, başımız ve kuyruğumuz DİMDİK bir yerlerden müsaade/ruhsat/one minute isteyecektik.
Sıfırların içini tam manasıyla, hakkıyla Allah’ın izniyle dolduracak; merkezine de bize lütfettikleri madalyaları koyacak ve ortasından ruhumuzu sallandıracaktık.
Mazimizdeki kahramanlar yok olmalıydı ve ayaklarımızın bastığı zemin… Balonlaşmalı ve boşlukta uçmalıydık. Egemen güçlerce oynatılmalı, külliyen patlatılmalıydık.
…
TYB Yazarlar Birliği Konya Şubesi’nce düzenlenen, SÜ Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Mustafa Arıkan’ın verdiği, “Çanakkale’yi Anmak ve Anlamak” isimli konferans değişik duygu ve düşüncelere sebep oldu.
Sayın Arıkan; geçmişten günümüze yaptığı tespitler, verdiği misaller ve çizdiği çerçeveyle zihnimizi açtı.
Konya; Çanakkale ve İstiklâl Harbi’nde en çok şehit veren şehirlerimizdendi. Mustafa Hoca, bize Çanakkale’yi yapan ruhu anlattı; bir başka dünyada sürecek genç hayatlardan, kimi isimli çoğu meçhul kalan kahramanlardan bahsetti. Bir tanesi de ismini aldığı dedemizdi.
“Onlar” bize benzemezdi; ferdî hakları, bireysellikleri, adlarının istikbali peşinde koşmazlardı. Suskun, mütevazı ama onurlu erlerdi. Ancak televizyonları parselleyen namlı tarihçiler bile, o kahramanlık ruhunu anlayamamışlardı. Bazı şehitlerimizin mektuplarında geçen “düğün” kelimesini dahi, Allah’a kavuşmak arzusu şeklinde değil; dünyadan kâm alamadıklarına dair bir şikâyet, delil olarak nitelemiş sunmuşlardı.
Şiirli bir toplantıydı. 18 Mart Şehitleri Anma ve Çanakkale Deniz Zaferinin 95. Seneidevriyesi’nde Sayın Mustafa Arıkan’ın; Âkiften okuduğu mısralarla gözlerimiz nemlendi.
Çanakkale ruhunun neden önemli olduğunu bir kere daha anlıyorduk.
“Ey benim Yarabbim! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri; ism-i celâlini İngilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsan eyle ve huzurunda titreyerek, böyle güzel ve sakin bir yerde sana dua eden biz askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün düşmanları mahveyle!” demişti Çanakkale Şehiti Muallim Hasan Ethem ilk ve son mektubunda.
Ve şimdi büyük bir saygısızlıkla, şehidin mektubundan “Türklük” kelimesinin çıkarıldığını görüyorduk. Dağdan taştan, vatandan sürülmeye, hiçleştirilmeye çalışıldığı gibi…
Hâlbuki Hasan Ethem Bey’in duasına, Altan(giller) ve şürekâsından başka kim karşı çıkabilirdi:
“Ey Türklerin Ulu Tanrısı! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Hâlıkı! Sen bütün bunları Türklere verdin. Yine Türklerde bırak. Çünkü böyle güzel yerler, seni takdis eden ve seni ulu tanıyan Türklere mahsustur.”
İstiklâl Harbini çoktan unutmuştuk. Çanakkale ruhuyla, şehitlerimizle övünemezdik artık. Moralimiz hiç yükselmemeliydi. Yükselmemeliydi ki “ney”i unutup, farelerin (çaldığı kavalın) peşinde yitmeliydik. Yediden yetmişe elimizde bir silgi, geçmiş gelecek şanlı izlerimizi, varlığımızı silmeliydik.
Amerikan projeleriyle, Avrupa Birliği’nin verdiği ev ödevlerini eksiksiz yerine getirmekle, dört başı mamur itaatimizle gurur duyabilirdik ancak. Avrupa normlarına bir uyabilsek, bir de faşistlere çakabilsek, hiç tutmayın gayri, karada ölüm yoktu bize. Cennet değerdi eteklerimize…
O yüzden 1683’ten bu yana hâlâ geri çekilişimiz devam ediyordu. Âkifler değil Fikretler yoldaşımızdı.
Mehmet Âkif; kimi “İslâmcı” geçinen çevrelerce itibar edilmesi yersiz, “millî şairliğinden” dolayı geride bırakılması gereken bir şahıstı ama gene bazı Müslümanlarca Ahmet Altan muteber, sözü sazıyla, icazetli Tarafıyla, sonuçta Allahsızlığıyla makbul bir kişilikti.
Küçülüp duruyorduk. En yetkili ağızlar, aydınlar; İstiklâl, Çanakkale, destanî bir ruh, millîlik gibi kavramları, tanımlamaları, bekamızın kaynaklarını indirgemekle, tahfif etmekle meşguldü.
Tarihimizi yüceltmediğimiz gibi kötüleyecek; sürekli bir şeylerden, içtiğimiz su, soluduğumuz hava, bilhassa kanımızdan dolayı özür dileyecek, başımız ve kuyruğumuz DİMDİK bir yerlerden müsaade/ruhsat/one minute isteyecektik.
Sıfırların içini tam manasıyla, hakkıyla Allah’ın izniyle dolduracak; merkezine de bize lütfettikleri madalyaları koyacak ve ortasından ruhumuzu sallandıracaktık.
Mazimizdeki kahramanlar yok olmalıydı ve ayaklarımızın bastığı zemin… Balonlaşmalı ve boşlukta uçmalıydık. Egemen güçlerce oynatılmalı, külliyen patlatılmalıydık.
…
TYB Yazarlar Birliği Konya Şubesi’nce düzenlenen, SÜ Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Mustafa Arıkan’ın verdiği, “Çanakkale’yi Anmak ve Anlamak” isimli konferans değişik duygu ve düşüncelere sebep oldu.
Sayın Arıkan; geçmişten günümüze yaptığı tespitler, verdiği misaller ve çizdiği çerçeveyle zihnimizi açtı.
Konya; Çanakkale ve İstiklâl Harbi’nde en çok şehit veren şehirlerimizdendi. Mustafa Hoca, bize Çanakkale’yi yapan ruhu anlattı; bir başka dünyada sürecek genç hayatlardan, kimi isimli çoğu meçhul kalan kahramanlardan bahsetti. Bir tanesi de ismini aldığı dedemizdi.
“Onlar” bize benzemezdi; ferdî hakları, bireysellikleri, adlarının istikbali peşinde koşmazlardı. Suskun, mütevazı ama onurlu erlerdi. Ancak televizyonları parselleyen namlı tarihçiler bile, o kahramanlık ruhunu anlayamamışlardı. Bazı şehitlerimizin mektuplarında geçen “düğün” kelimesini dahi, Allah’a kavuşmak arzusu şeklinde değil; dünyadan kâm alamadıklarına dair bir şikâyet, delil olarak nitelemiş sunmuşlardı.
Şiirli bir toplantıydı. 18 Mart Şehitleri Anma ve Çanakkale Deniz Zaferinin 95. Seneidevriyesi’nde Sayın Mustafa Arıkan’ın; Âkiften okuduğu mısralarla gözlerimiz nemlendi.
Çanakkale ruhunun neden önemli olduğunu bir kere daha anlıyorduk.
“Ey benim Yarabbim! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri; ism-i celâlini İngilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsan eyle ve huzurunda titreyerek, böyle güzel ve sakin bir yerde sana dua eden biz askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün düşmanları mahveyle!” demişti Çanakkale Şehiti Muallim Hasan Ethem ilk ve son mektubunda.
Ve şimdi büyük bir saygısızlıkla, şehidin mektubundan “Türklük” kelimesinin çıkarıldığını görüyorduk. Dağdan taştan, vatandan sürülmeye, hiçleştirilmeye çalışıldığı gibi…
Hâlbuki Hasan Ethem Bey’in duasına, Altan(giller) ve şürekâsından başka kim karşı çıkabilirdi:
“Ey Türklerin Ulu Tanrısı! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Hâlıkı! Sen bütün bunları Türklere verdin. Yine Türklerde bırak. Çünkü böyle güzel yerler, seni takdis eden ve seni ulu tanıyan Türklere mahsustur.”