09.11.2017 Perşembe
Hep evde oturacak değildik ya. Ah bacacıklarım diye sızlanan yengem gelin geziye çıkıyoruz dedi.
İstanbul hanımlarının çoğunlukla giysisi olan kara çarşafını giydi ve vapur iskelesinin yolunu tuttuk.
İskeleye yanaşan vapurun 1. mevkiine oturduk. Vapurun uğradığı Bebek Koyu’nun güzelliğini ve oradan çıkışta boğazın güzelliğini doya doya seyrettim her yer yemyeşildi.
Nihayet İstanbul’a geldiğimizde gördüğüm ve yürüyerek ulaşmak istediğim Galata Köprüsü’ne dayanan vapurdan indik.
Yengem. “Oğlum. Ulaşmaya çalıştığın köprü bu. Kuzey tarafına Karaköy Güney tarafına Eminönü derler.
Şimdi Eminönü tarafındaki Yeni Cami’ye gideceğiz” deyip yürüttü bizi.
Köprünün üstünde iki taraflı tramvay ve otolar yürüyor insanlar bunların arasından karşıdan karşıya geçişte cambazlık yapıyorlardı çünkü iki oto iki tramvay arasından geçiliyordu ve trafik ışığı mevcut değildi o zaman.
Eminönü’nde heybetli bir cami görünüyordu yengem bizi oraya götürdü.
Adı “Yeni Cami” imiş girdik insan girerken bir sessizlik içinde huşu bulur gibi oluyordu. O sıcakta serindi cami ve vantilatör klima bulunmazdı o zaman.
***
Benim içimde o gençlik yılında bile bir gazetecilik ruhu olsa gerekti ki.
Cami hakkında bilgilenmek istedim ve arkada oturan İmam’ın yanına giderek bilgi almak istedim.
İmam gülerek hatta başımı okşayarak meraklısın galiba deyip anlattı.
“Türk-İslâm mimarisinin zarif muhteşem mabedidir.. Sultan Üçüncü Murad’ın eşi Safiye Sultan burada câmi yaptırmak isteyince mevcut Yahudi binaları değeri iki misli ödenerek istimlâk edildi.
Mimar Sinan’ın talebelerinden Baş Mimar Davud Ağa, 1597’de câminin yapımına başladı.
İnşaatın arsasının denizin hemen yanında ve sonradan doldurulmuş olması sebebiyle temelde çıkan suyu boşalttıran Davud Ağa, büyük kazıklar çaktırıp, başlarını kurşun kuşaklarla birleştirdi. Binanın temel taşlarını bu tabanlara oturtarak câminin zelzele ve dış tesirlere karşı korunmasını temin etti.
Safiye Sultan 1605’te ölünce câmi, 59 yıl yarım vaziyette kaldı.
Sultan Dördüncü Mehmet’in annesi Turhan Sultan hassa mimarı Mustafa Efendi’yi câmiyi ilk plânına uygun şekilde bitirmekle vazifelendirdi.
Câmi 1663 yılında Rebîülâhir ayının beşinci günü Cuma namazında ibadete açıldı. Câminin genel görünüşü fevkalâde güzeldir. Göze ağır ve kaba gelen hiçbir tarafı yoktur. Mavi ve yeşil çinilerle ahenkli olarak süslenmiş dört büyük sütun üzerindedir Beyaz mermerden yapılan minber tek kelimeyle şaheserdir. Câminin her tarafını kaplayan çinilerin şekillerindeki güzellik, pencerelere konan camların rengindeki ahenk, aydınlatmanın verdiği rahatlık bu güzel câmiye ayrı bir hava vermektedir. Pencere ve kapıların sedef kakmalı kapaklarında zarif bir işçilik görülür.” Diye anlattı.
Teşekkürler ettim.
Hakikaten tavan ve duvarlardaki çinilerde ve üzerindeki dualar hattat şaheseri idi.
***
Camiden çıkınca ara yaya yerinden Mısır Çarşısı’na geldik.
İçeriye girer girmez baharat kokusu sardı.
Ağzı yuvarlanmış çuvallar üzerinde çeşitli baharat ot vb. vardı.
Daha sonra tatlıcılar, perdeciler vb. ile devam ederken çıktık dışarı.
Buranın tarihini öğrenmek için kimseyi bulamadım.
***
Camilere doğru yokuş yukarı yol alıyoruz.
Gelecek yazıda izleriz inşallah.
***
Sağlık ve esenlik içinde sevdiklerinizle yaşam dileğimle…