Yetenek ve zeka gibi doğuştan getirilen; ‘verilen’ şeylerin, asla ve asla, ciddi bir çalışmaya tabi tutulmaksızın, öyle kendiliğinden, yabanıl ve ham bir halde, işe yaramayacağını düşünenlerdenim. Cevher, muhakkak işlenmeli. İşlenmeli ki, ortaya bir eser çıkabilsin. Çalışmadan olmuyor, yani. Olmaz. Nasıl ki, yüksek debiyle güldür güldür akan bir su, ancak bir santral yardımıyla işe yarar hale getiriliyor ve ondan enerji elde edilebiliyorsa, insanın da yön tutarak kanalize olması lazım ki, bir sonuç ve ürün elde edilebilsin. İşte, zeka, yetenek ve benzeri donatıları da, o akarsuya benzetebiliriz. Çalışmak ise, santral metaforuyla bağdaştırılabilir, malum.
Nitekim bendeniz de, bünyemde bir miktar da olsa var olduğuna inandığım resim yapma yeteneğimin üzerine, bir ‘santral’ kurmaya karar verdim. “Kimse oturduğu yerden Picasso olmaz” deyip, bir resim kursuna yazıldım. Çalışıp, işin kurallarını öğrenecektim ki, ortaya çıkacak olan o ‘hidroelektrik’ enerjiyle, ışıl ışıl parlayabileyim. Birkaç aylık mevzu… Henüz yeni sayılırım, yani.
Buraya kadar, çalışmanın ne denli elzem olduğundan söz etmiş olsam da, esas konum başka, aslında. Kurstaki eğitmen tarafından yöneltilen bir eleştiri gelip takıldı bir süredir, kalemimin ucuna. Dedi ki bana, “Resim yaparken fazla çabalıyorsun”.
Tabi ya…
Kendini paralayıp yırtınırcasına debelenmek, gayet amatörceydi. Bütün çabaların, çabasızlık sonucuna ulaşmak için verildiğini söyleyen kişisel gelişim öğretileri mevcuttu, hatta. Misal, birkaç ay değil de birkaç yıldır resim yapıyor olsaydım, elbette onca yıllık çalışmamın sonucunu, bir çabasızlık rahatlığı ve iş bilirliğiyle ortaya koyuyor olacaktım!
İstisnasız her meslek dalında ve günlük eylemde, bu aynı kuralı görmek mümkündür. Usta bir tiyatrocu, bir karakteri ‘oynamak’ yerine, onu ‘canlandırır’ örneğin. Rol yapmak yerine, o karaktere bürünüverir, yani. Çaylak bir oyuncu ise, “ben oynuyorum” dan öteye geçemez ve durumun sakilliğini, üzerinden atamaz. Bu ele yüze bulaştırma işine, araba kullanmaktan tutun da lavabo ovmaya; kuaförlükten tutun da doktorluğa kadar her işten ve meslekten sayısız örnek bulunabileceğini, söylemiştim değil mi? Her denklemde sonuç veren bir formül…
Bizatihi içinde bulunduğum örneğe geri dönecek olursam, gerçekten de, tüp tüp boya bitirmiş ve tuval kirletmiştim, o günlerde. Ortaya ise bir eser çıkmamıştı, henüz. Zaman çalan, cüzdan boşaltan ve sinir bozan sıkıcı bir darboğazdan; tünelin en zorlu yerlerinden geçmedeydim, belli ki. Çırpınmak, bu engin denizin içinde boğulmaya engel olmayacaktı, demek ki. Dışarıdan bakan gözlere, acınası bir görüntü arz ediyordum. Tıpkı yıllar önce, bir beze hamuru, incecik bir yufka haline getiren kadını gördüğüm zaman, işin ‘inceliğinden’ çok, kadının bu işi adeta iki gözü kapalı bir halde, kendiliğindenmiş gibi yapıyor oluşuna hayran kaldığım zamandaki gibi. Görünen, öyle kolay olduğu için, bunu yapması da aynı basitliktedir diye düşünüp, oklavayı bir silah haline çevirmiştim de… Hamuru, doğduğuna pişman edip, korkudan, önceki, su ve un haline geri çeviren, ayrıştırıcı bir silah haline… Oysa, ne çok çabalayıp çırpınmıştım, hamuru açabilmek için. Hülasa, o kadının çabasızlığının ve ustalığının arka planında, nice çalışması ve tecrübesi gizliydi. Hani o usta tiyatrocunun, yıllarını bu işe adaması ve bilmem kaç senelik emeği gibi. Bilmem anlatabildim mi?
Burada, konuları birbirine bağlamak gerekirse… Duruma çok uygun düştüğünü düşündüğüm akarsu-santral benzetmesiyle bitireceğim. Diyeceğim ki, santral, çalışmak ve çabalamaksa, çabasızlık sonucunu işin maverasına; ortaya çıkan o pırıl pırıl enerjiye benzetebiliriz. Ve o santral de, o enerjiyi elde etmek için kurulur, malum. Yani çalışmak şarttır ve bütün çabalar da, çabasızlık içindir.