Beyazperdede de, tiyatro sahnesinde de beğenilen bir oyuncuydu. Çekimi yüksek, alımlı bir kadındı. Gelgitlerle dolu bir hayat yaşamıştı. Kibirliydi, seçkindi.
Maddî, cinsellik boyutu bir tarafa; o dönemlerde, şöhretli pırlantalı pabuçlarından şampanya içen erkekler olduğu söylenirdi. Kıymetine paha biçilemezdi. “Hey Yavrum Hey! di.”
Büyük usta Goethe, kadın güzelliğine duyduğu saygıyı, onun ayakkabılarından içki içerek gösteren göçebe kabile Sarmatianlar’dan bahsetmişti, “Gönül Yakınlıkları” romanında.
Bu usulün takipçileri, eski ve yeni çağlarda nice ademoğlu çıkacaktı.
Bir erkek nefesini üfler; pabUÇ ummanlarda(!), havalarda aşk rüzgârıyla dalgalanır titrerdi. Bir kadın topuğuna tırmanan yiğit donanımlı, davalı edalı adamlar, medyaları meydanları kaplar, aniden biterdi.
Mazrufa, çizgiye, zahire hep içten, derinden çok önem verilirdi. Ayakkabı, yürekli(!) davranışlarla binbir hevesle “başa” geçerdi.
Fakat onca debdebe ve tantanaya rağmen, Cahide’yi hazin bir son bekliyordu. Savruk hayatı, yapayalnız ve zavallı bir alkolik olarak bitti. Alâyişli sahneden meyhaneye geçti. Kirden yapış yapış olmuş giysileriyle artık düşmüş, biçare ve yaşlıydı. Nihayetinde pabucu dama atılmıştı.
Cahide’nin ayakkabısını; bütün sevdiğimiz, dört elle sarıldığımız, baş koyduğumuz eşyanın sembolü olarak düşünürsek…
O şirin, zarif kadın ayakkabısı, nelerle doldurulmuş şişirilmişti. Ve hayatı habire yükleyip, ağırlaştırdığımız; kırk yamalı bohçada/ boş beşik çantada/ikide bir maraza çıka(ra)n bölmeli kafada neler birikmişti?
Cahide Sonku’nun akıbeti zamana, heveslere, şartlara yenik düşmüş sevgi ve tutkuları, ama asıl feci noktalamaları, basamakları hatırlattı. Akabinde üzerine bastığımız, çiğnediğimiz değerleri?
…
Oysa Muhyiddin-i Arabî, bütün taptıklarımızı ayakaltına alıyordu… Bazı izler kalıcıydı; üzerine basmalıydı.
Abdülkadir Geylani Hz. Peygamber Efendimiz’in(S.A.V.) bir işaretiyle doruklardan ve zamanından; “Bütün velilerin omzu ayaklarımın altında” diyerek, gavslığını, batınî bir başka perdeyi, alternatif bir gerçeği ilân ediyordu.
Aşk Şehidi Mansur’un kesilen ayakları ve uzuvlarına tüm Dicle ağlıyordu.
Dervişin başıkabak, ayağı çıplaktı. Ayak izleri Hak’tandı… Ruh adamlar hep aramızda, yanı başımızdaydı.
…
Bazen pabuçlar, masaldaki gibi bir türlü sahibini bulamazdı. Aslı hep camdandı, âşıkların kalbi gibi paramparçaydı.
Çilekeş “Yemeni, çarık” halk tabakasının diye pek aşağılanır, horlanırdı. Takunyayıysa mutaassıplar bir türlü paylaşamazdı.
Kiminde Don Juan misali, bir çift iskarpine ne sevgililer (!) sığdırılırdı.
Yere en sağlam basmamız gereken uzuv, bilâkis ayakların yerden kesildiği bir konuma düşerdi çoğu zaman. Akıl, ayaklarda gezerdi. Başlarla ayaklar arasındaki tehlikeli(!) münasebet üzerdi.
Bazılarına göre hakir görülse de, bir de ayağı kesiklere sormalıydı işi. Acaba hangi ayakkabıyı tercih ederdi “engelli kişi”?
Gizli parmak gibi, gizli ayakların çevirdiği bin türlü dümen, oyun vardı. Kuyular, mâniler, bataklar, çöller ve tuzaklar ayakkabıların düşmesi, sürçmesi, geçmesi için yoldaydı.
Herhalde esas mühim olan, adımlarımız ve nereye gittiğimiz, istikametimizdi.
Duraklara göre ayakkabılar, yürüyüşler değişecekti. Zirvelere apartman/gökdelen topuk, fildişi kulelerle, pedikürlü ayaklarla çıkılmazdı.
Değiştirdikçe yenilenirdi kimileri(!). Filipinler'in eski diktatörü Ferdinand Marcos'un eşi Imelda Marcos’un dolabında, 2700 çift ayakkabısı saklıydı. Bazısı, hâlâ “Ayakkabı Dünyası’ndaydı”.
Sivri Topuklar, “Yüksek Ökçeler” belki yüreği yaralardı.
Bayramlık kırmızı pabuçlarsa unutuldu sonraları. Çocukluğumuz, safiyetimiz bir çırpıda giyilip fırlatılan, pahalı ayakkabılarla battı.
Belki ayak(kabı) seslerini dinlemeliydi.
Sesin yankılandığı Kaldırımlar, neler söylerdi.