Dün 18 Mart Çanakkale şehitlerini anma günü idi. Şanlı tarihimizin şanlı ecdadımızın bir şanlı kavgası ve bir şanlı mücadelenin şanlı muzafferiyetinin destanıdır Çanakkale. Bir tarih yazıldı Çanakkale’de. Çanakkale Bâkî de kalan şanlı bir sesti. Gönülleri ilmek ilmek maneviyatla dokunmuş nice kahraman yiğitlerle Çanakkale geçilmez oldu. Acaba ayni Çanakkale bugün geçilir mi? Diye düşünmeden edemedim. Yine de Şanlı mazimiz bana, özü temiz, mazisi temiz bu necip milletin, yaşayan yaşamayan kanaat önderi büyüklerinin himmeti ve duasıyla tekrar Çanakkale’yi geçilmez kılar diye cevap veriyorum düşüncelerime.
Merhum ‘Özal’ döneminden bu yana, milletimin büyük küçük her kesiminde tarihimize doğru bakma bilincinin geliştiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Artık tarihimizden övgüyle bahsetmenin yanı sıra gidip bizzat o bölgelerde ecdadın çektiği sıkıntıları bizzat görerek sanki o anları yaşar gibi olan insanlar geçmişte geçen hâdiselerin zorluğunun ve orada serdedilen imanın ne müthiş bir güç olduğunu ve o imanın karşısında hiçbir maddî gücün duramayacağını bugün idrak etmiş oluyoruz. İşte böylesi bir bakış, tarihimizi gönül gözüyle okumamıza ışık tutuyor. Şanlı ecdadın ne olumsuz şartlar altında yılmadan, sonsuz fedakârlıklarla bu kutsal vatan topraklarını bize kanlarıyla sulayarak armağan ettiklerini müşahede ederek her şeyin o kadar da ucuz olmadığı anlayışını belleklerimize iyice yerleştiriyoruz. Özellikle okulların yaptıkları gezi faaliyetleri çerçevesinde genç öğrencilerin savaşın bizzat geçtiği yerlere kadar getirilip, o anların nasıl yaşandığını gözlemleri açısından bu çalışmaları çok faydalı buluyoruz. Yine çeşitli tur organizasyonları dâhilinde o tarihî yerlere düzenlenen gezilerde normal halktan birçok vatandaşımız, gencinden yaşlısına akın akın savaşların cereyan ettiği bölgeleri bizzat görerek, rehberler nezaretinde bilgilendirilerek sanki o anları yaşıyormuşçasına tarihin canlandırılması ölmüş ruhların uyanmasına vesile olduğu için doğrusu geleceğimiz adına heyecanlanıyoruz. Kitaplarda anlatılan mahalleri yerinde görmeleri idrak genişliğine sebep oluyor. Her ilde Çanakkale’yi anlatan çok etkin bir gayret ve çaba sarf edilmekte. Bunlar cidden sevindirici gelişmeler. Geçmişimizde ecdadımız bu vatanı bize canları pahasına bıraktılar. Bizler ise şu saydığımız faaliyetler, onların verdikleri canlarını yanında ne ki buna seviniyoruz. Düştüğümüz acı tabloya bakar mısınız?
Biliyor musunuz bir de ne düşündüm! Eski komutanlardaki izzet, şeref ve liyakat ne mükemmeldi. Ya şimdikilere bakıyorum da içim acıyor. Geçenlerde Elazığ’ın ‘Karakoçan’ ilçesinde cereyan eden hâdisede, askerinin eline bombayı veren komutan ve sonra diğer askerine ‘söyle pimi çeksin’ diyerek kaç askerini kendi keyfi uygulamasına hiçten yere kurban eden komutanlar var bugün. İnsan hayatına mâl olabilecek bir yanlışlığı yap sonra, ‘tecrübesizliğime geldi’ gibi uyduruk gerekçelerle kendini savun. Bugün askerlik görevini ifaya giden genç yavrularımız; ‘Namazlarımızı nasıl kılacağız’ endişesiyle asker ocağına gidiyorlar. Askerin namaz kıldığını gören komutan maalesef askerine vermediği ceza kalmıyor. Sırf namaz kılan askerler PKK operasyonlarında kullanılıyor. Dünden bugüne değişim rüzgarları bizlere bunları düşündürdü ne yazık ki! Oysa Çanakkale’de yaşanan şu vakayı misallendirmek isterim.
“Teğmen Hüsamettin bütün bombardımanı gözetleme yerinden çaresizce seyretmiş, salondaki Kumkale ile Seddülbahir tabyalarının nasıl yerle bir edildiğini görmüştü. Bu elîm manzara karşısında elinden bir şey gelmemesi de onu can evinden vurmuştu.
Teğmen Hüsamettin, bir kumandan olarak, askerlerin kendisine emanet edildiğine inanır, onlara iyi muamele etmeye çalışırdı. Fırsat buldukça, üst ast ilişkisini zedelememeye dikkat ederek, hal hatır sorar, onlarla konuşurdu. Onlardan pek yaşlı olmamasına rağmen, kendisini bir baba gibi görür, aralarında ayırım yapmamaya dikkat ederdi. Ama Konyalı Mıstık biraz farklıydı; zirâ o, her söylenene inanacak, her şakaya kanacak kadar saftı. Ufak tefekti; gayet bol olan elbisesi, yuttuğu sıska vücûdunu daha da küçük gösterirdi.
Gene düşünceli, gene hüzünlü olan Teğmen Hüsamettin hayallerini daha ince yaşamak için akşam güneşinde yamaçtaki dikenliklerin arasında dolaşırken Mıstık’a rastladı. Namazını kılmış postallarını giyiyordu.
- Mıstık, saatin yok; neye göre namazını kılıyorsun? Deyince komutan, Mıstık’ı hafif bir ter bastı.
- Ellerimle ölçüyorum, kumandanım. Dedi. O da,
- Nasıl ölçtüğünü göster bakayım, dedi. Mıstık; ellerini Teğmen Hüsamettin’e doğru uzattı ve – Dört parmak bir saat eder, dedi. Sonra, başparmaklarını kıvırıp, el ayalarını üst üste getirerek saymaya başladı.
- Bunu nereden öğrendin? Dedi komutan. O ise,
- Köydeki imamdan.
- Ya güneş görünmüyorsa?
- O zaman iyice kanaat getirince kılarım.
Zayıf, çelimsiz Mıstık’ın yüzü kızarmıştı. Kumandanı ile konuşurken sıkıldığı anlaşılıyordu. Onu daha fazla zorlamamak için,
- Aferin Mıstık, Allah kabul etsin, diyerek yanından ayrıldı.” (Çanakkale Mahşeri, Mehmet Niyâzi, İst, 2002, s.16-17)
Yorumu size bırakıyorum efendim. Çanakkale şehitlerini şükran ve minnetle anıyor, arkalarından fatihalar, hatimler gönderiyoruz. Onlar gibi ayni aşk, vecd ve heyecanla güzel vatanımıza ne pahasına olursa olsun sâhip çıkacağımıza söz veriyoruz.
Cumanız hayırlı ve bereketli olsun.
Merhum ‘Özal’ döneminden bu yana, milletimin büyük küçük her kesiminde tarihimize doğru bakma bilincinin geliştiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Artık tarihimizden övgüyle bahsetmenin yanı sıra gidip bizzat o bölgelerde ecdadın çektiği sıkıntıları bizzat görerek sanki o anları yaşar gibi olan insanlar geçmişte geçen hâdiselerin zorluğunun ve orada serdedilen imanın ne müthiş bir güç olduğunu ve o imanın karşısında hiçbir maddî gücün duramayacağını bugün idrak etmiş oluyoruz. İşte böylesi bir bakış, tarihimizi gönül gözüyle okumamıza ışık tutuyor. Şanlı ecdadın ne olumsuz şartlar altında yılmadan, sonsuz fedakârlıklarla bu kutsal vatan topraklarını bize kanlarıyla sulayarak armağan ettiklerini müşahede ederek her şeyin o kadar da ucuz olmadığı anlayışını belleklerimize iyice yerleştiriyoruz. Özellikle okulların yaptıkları gezi faaliyetleri çerçevesinde genç öğrencilerin savaşın bizzat geçtiği yerlere kadar getirilip, o anların nasıl yaşandığını gözlemleri açısından bu çalışmaları çok faydalı buluyoruz. Yine çeşitli tur organizasyonları dâhilinde o tarihî yerlere düzenlenen gezilerde normal halktan birçok vatandaşımız, gencinden yaşlısına akın akın savaşların cereyan ettiği bölgeleri bizzat görerek, rehberler nezaretinde bilgilendirilerek sanki o anları yaşıyormuşçasına tarihin canlandırılması ölmüş ruhların uyanmasına vesile olduğu için doğrusu geleceğimiz adına heyecanlanıyoruz. Kitaplarda anlatılan mahalleri yerinde görmeleri idrak genişliğine sebep oluyor. Her ilde Çanakkale’yi anlatan çok etkin bir gayret ve çaba sarf edilmekte. Bunlar cidden sevindirici gelişmeler. Geçmişimizde ecdadımız bu vatanı bize canları pahasına bıraktılar. Bizler ise şu saydığımız faaliyetler, onların verdikleri canlarını yanında ne ki buna seviniyoruz. Düştüğümüz acı tabloya bakar mısınız?
Biliyor musunuz bir de ne düşündüm! Eski komutanlardaki izzet, şeref ve liyakat ne mükemmeldi. Ya şimdikilere bakıyorum da içim acıyor. Geçenlerde Elazığ’ın ‘Karakoçan’ ilçesinde cereyan eden hâdisede, askerinin eline bombayı veren komutan ve sonra diğer askerine ‘söyle pimi çeksin’ diyerek kaç askerini kendi keyfi uygulamasına hiçten yere kurban eden komutanlar var bugün. İnsan hayatına mâl olabilecek bir yanlışlığı yap sonra, ‘tecrübesizliğime geldi’ gibi uyduruk gerekçelerle kendini savun. Bugün askerlik görevini ifaya giden genç yavrularımız; ‘Namazlarımızı nasıl kılacağız’ endişesiyle asker ocağına gidiyorlar. Askerin namaz kıldığını gören komutan maalesef askerine vermediği ceza kalmıyor. Sırf namaz kılan askerler PKK operasyonlarında kullanılıyor. Dünden bugüne değişim rüzgarları bizlere bunları düşündürdü ne yazık ki! Oysa Çanakkale’de yaşanan şu vakayı misallendirmek isterim.
“Teğmen Hüsamettin bütün bombardımanı gözetleme yerinden çaresizce seyretmiş, salondaki Kumkale ile Seddülbahir tabyalarının nasıl yerle bir edildiğini görmüştü. Bu elîm manzara karşısında elinden bir şey gelmemesi de onu can evinden vurmuştu.
Teğmen Hüsamettin, bir kumandan olarak, askerlerin kendisine emanet edildiğine inanır, onlara iyi muamele etmeye çalışırdı. Fırsat buldukça, üst ast ilişkisini zedelememeye dikkat ederek, hal hatır sorar, onlarla konuşurdu. Onlardan pek yaşlı olmamasına rağmen, kendisini bir baba gibi görür, aralarında ayırım yapmamaya dikkat ederdi. Ama Konyalı Mıstık biraz farklıydı; zirâ o, her söylenene inanacak, her şakaya kanacak kadar saftı. Ufak tefekti; gayet bol olan elbisesi, yuttuğu sıska vücûdunu daha da küçük gösterirdi.
Gene düşünceli, gene hüzünlü olan Teğmen Hüsamettin hayallerini daha ince yaşamak için akşam güneşinde yamaçtaki dikenliklerin arasında dolaşırken Mıstık’a rastladı. Namazını kılmış postallarını giyiyordu.
- Mıstık, saatin yok; neye göre namazını kılıyorsun? Deyince komutan, Mıstık’ı hafif bir ter bastı.
- Ellerimle ölçüyorum, kumandanım. Dedi. O da,
- Nasıl ölçtüğünü göster bakayım, dedi. Mıstık; ellerini Teğmen Hüsamettin’e doğru uzattı ve – Dört parmak bir saat eder, dedi. Sonra, başparmaklarını kıvırıp, el ayalarını üst üste getirerek saymaya başladı.
- Bunu nereden öğrendin? Dedi komutan. O ise,
- Köydeki imamdan.
- Ya güneş görünmüyorsa?
- O zaman iyice kanaat getirince kılarım.
Zayıf, çelimsiz Mıstık’ın yüzü kızarmıştı. Kumandanı ile konuşurken sıkıldığı anlaşılıyordu. Onu daha fazla zorlamamak için,
- Aferin Mıstık, Allah kabul etsin, diyerek yanından ayrıldı.” (Çanakkale Mahşeri, Mehmet Niyâzi, İst, 2002, s.16-17)
Yorumu size bırakıyorum efendim. Çanakkale şehitlerini şükran ve minnetle anıyor, arkalarından fatihalar, hatimler gönderiyoruz. Onlar gibi ayni aşk, vecd ve heyecanla güzel vatanımıza ne pahasına olursa olsun sâhip çıkacağımıza söz veriyoruz.
Cumanız hayırlı ve bereketli olsun.