Şu noktada durup da bir geriye bakmamız gerekirse…
Diken üzerinde geçmiş olan uzun aylar var arkamızda. Hayattaki en büyük devletin sağlık olduğunu idrak ettiğimiz, neredeyse koca bir yıla tekabül eden uzun ayların soğuk nefesi var ensemizde.
Bilinenden çok farklı ve bambaşka, cızırtılı, garip ve sevimsiz bir ritim tutturmak zorunda kaldık hepimiz. Söz konusu olan can sağlığıydı çünkü. Daha ne olacaktı? Sonra ne moral kaldı, ne ‘normal’, ne de ekonomi tabi. Öyle hem içeriden hem dışarıdan, topyekun bir yıkım işte.
Neyden bahsettiğim yeterince açık olduğu için de, K’sini bile anmayacağım şimdi bu virüsün. Fakat durup bir geriye bakma isteği doğdu şimdi içime işte. Sanki bitmiş gibi, geçmiş gibi, tüm bunlar geride kalmış gibi. Hala bitmeyenin artık bitmesine; ‘hala’nın, ‘artık’a doğru evrilmesine karşı beslediğim büyük hasretten dolayı.
Henüz bitmiş olmadığını da biliyorum bu illetin elbet. Fakat dedim ya, ümitlenmeye meyleden her insan gibi, yani herkes, hepiniz ve hepimiz gibi, her şeyin iyi olacağına, hem de bunun hemen şimdi olmaya başlayacağına inanıyorum, inanmak istediğim için. Hoş, akıl ve mantık süzgecinden bakıldığı zaman da farklı değil bu ümit vaad eden tablo.* Günlük veriler gitgide iyileşmişken ve aşı bulunmuşken zaten; derdin dermanı. 2 kere 2’nin 4 edeceği, yalnızca boş bir hayal değil; matematiksel ve somut bir gerçekliktir, öyle değil mi?
Yaz aylarında bitmiş olur, en azından çok büyük ölçüde rahatlamış oluruz, diyorlar. Bunun aynını geçen sene de söylüyorlardı gerçi. Lakin dedim ya, elimiz daha sağlam şimdi. Aşımız var. Hakkında bin bir türlü komplo teorileri üretilse de, bazılarımız aşılanmaya halen soğuk ve mesafeli baksa da, bu hatadan tez vakitte dönüleceğini sanıyor ve umuyorum, tahmini ve temenniyi bir potada eriterek. Zira eleştirel düşünce iyidir hoştur ama bilimi aşağılama cehaleti katlanılamaz derecede kötüdür.
Ensemde buz gibi soğukluğunu hissedip ürperdiğim o nefesten söz edeceğim şimdi biraz. Tam kış vaktinde yaşanan 2. Dalganın soğukluğundan… Arkamızda kalan ayların üzerime yıkılan ağırlığı altında ezilişimi, bu göçüğü anlatacağım.
Boşalan sokakların, caddelerin, dükkanların ve yolların ağırlığını; artan internet siparişlerindeki yenilenme ve değişim hızının kazandığı ivmeyi; birbirimizden kaçmayı en çok da, birer olağan şüpheliye dönüşmeyi ve dönüştürmeyi, yalnızlaşmayı, soyutlanmayı ve uzaklaşmayı siz de en az benim kadar hissetmiş, bilmiş ve iliklerinize kadar yaşamışsınızdır. Tüm bunlar, ağırlığıyla belinizi bükmüyor mu sizin de? Sadece bana garezi olamaz ya tüm bunların, canım! Söyleyin?
Zaten haberdarı olduğumuz ve hakkında sürekli serzenişlerde ve veryansınlarda bulunduğumuz o soyut ve sosyal maskeler vardı ya hani bir de… İşte onlara bu somut maskeler eklendi şimdi. Tam bir ‘güler misiniz, ağlar mısınız?’ durumu yani. Eğlenceli karnaval maskeleri de değil tabi bunlar. O hastanelere ve hastalara özgü olanlarından. Tamam tamam, peki, sosyal maskelere, o maskeli balolara falan razıyız, şu sıkıcı olanlarının zorunluluğundan kurtulalım da hele bir. Yaz aylarında mı olur bu? Sen de emin olamıyorsun değil mi, Bakanım? Haklısın… “Çok yalnızız be Atam!”
Kabus henüz bitmeden bu yazıyı yazmak, bir tez canlılık mıdır, dereyi görmeden paçaları sıvamak ve acelecilik midir, acele işe şeytan karışır mı dahası, bilmiyorum. Fakat güzel günlere, güneşli günlere öyle muhtaç ve açız ki… En kötüsü bu olsun diyebilmenin kemalatını ve tevekkülünü diliyorum son olarak.
Ha bir de, malum kabusun tatlı düşlerle, karabasanların ak sakallı ve nur yüzlü dedelerle yer değiştirdiği günlerde, umarım çok daha iç açıcı ve neşeli bir atmosferin içinden yazıyor olurum size bu kez. Şimdiki gibi değil.
*Son birkaç gündür, günlük pozitif vaka sayıları henüz artmaya başlamadan önce kalem almıştım bu yazıyı. Fakat değiştirmeden yayınlıyorum yine de şimdi. Bir, ‘Bitiyor mu?’ şeklinde olan yazı başlığını ‘Bitmiyor mu?’ diye değiştirdim, o kadar.