Yarın öleceğimizi bilsek bütün kırgınlıklarımızı unutacağız, lakin bizler hiç ölmeyecekmiş gibi kin tutuyoruz. Kalp kırıklarımızın, kırdıklarımızın çıtırtısını bile duymuyoruz.
Ailemiz, arkadaşlarımız, çocuklarımız, değer verdiklerimiz son vedanın ne zaman olduğunu bilmiyoruz. “Gidip de dönmemek, dönüp de görmemek var” der büyükler. Ne kadar da doğru değil mi? Bileti kesilmiş bir yolcuyuz aslında bu dünyada sadece saatimizi bilmiyoruz.
Her geçen gün takvimden bir yaprak daha eksiltiyoruz, gönül kırıklarımıza da bir çıtırtı daha ekliyoruz farkında olmadan. Sevdiklerimizin kıymetini bilemiyoruz vakit geç olmadan. Bir yerde okumuştum çok hoşuma gitmişti şu hikaye diyordu ki; Mezarlıkta yaşlı bir amca görmüştüm başta dua ediyor sandım sonra söyledikleri dikkatimi çekti “Sen daha öncede küsmüştün bana, gitmiştin evden. Ne yaptım, ne ettimse getirememiştim seni. Sonra üç günden fazla küsmek günah inat etme hadi demiştim, gelmiştin. Bugün 4 gün oldu hanım” Çoğu şiirden daha anlamlı, çoğu mısradan daha gerçek aslında. Sevdiklerimizin kıymetini onlar hala hayattayken bilelim. Vaktinde gelmeyen çiçeği çöpe atın mezar taşları çiçekten anlamaz derler. Sevgi ve merhamet tohumları edelim yüreklerimize...
Hepimiz gitmişizdir taziye evlerine. İnsanlar hep kendi halinde hep bir fısıltı onun turşusu, bunun gelini. Kimsede çıkıp demiyor burası bunların konuşulacağı bir yer değil. Her zaman ki gibi ateş yine düştüğü yüreği yakıyor. Acı geçmiyor ama acıyla yaşamaya alışıyor insan. Hatta öyle ki acıyı bile tadamıyor. Yaşanmış anlatılan bir hikaye;
Taziye evine gittik..
Avukat olan oğlu gelmiş İstanbul’dan...
Kızı da doktormuş, o cenazeye yetişememiş ama sonradan gelmiş. Avukat oğlanın dediğine göre yurt dışında görev yapan bir oğlu daha varmış, bulunduğu ülkede uçak ayarlayamamış, gelemeyecekmiş..
Nasıl yollar dedi damat oğluna..
Valla arabaya yol dayanmıyor dedi..
Lastikler kış lastiği idi bastım geldim. Kar kış çok ama yollar açık dedi...
Saçlar sarıya boyanmış birkaç kadın girdi odaya, çay getirdi..
Rahmetliden konuşan, bahseden hiç yoktu..
Evden, arabadan, menkulden, borsadan, ekonomiden konuşuldu da konuşuldu..
‘’Çok bekledi ama sizi rahmetli’’ dedi bir başka yaşlı amca..
Bir anda buz gibi hava esti odada..
“Ne yapacaksın” dedi damat, herkes kendi hayatında..
“Öyle yatalak falan da değildi, iyiydi kayınbabam ama dert varmış anlayamadık” diye cevap verdi..
‘’Bizim için çok mücadele verdi’’ dedi avukat olan oğlu..
Ablamı,beni,abimi iyi yetiştirdi diye anlattı...
Herkes bir şey konuşuyor ama kimse bir Fatiha okuyalım demiyordu..
Demek ki yaşarken evde olmayan öldükten sonra da olmuyordu..!
İnsanlık bizde kalsın diyerek çektim besmeleyi, okudum 3 İhlas,1 Fatihayı ..
Avukatın, doktorun, damadın, gelemeyen oğlanın ruhuna okudum..
Nasıl olsa giden gitmiş gittiği yere..
Amellerini de götürmüş, evinde dert edeni dua edeni yoktu..
Sürekli dünya konuşulan ölü evinde. Demek ki giden için tasa edecek bir şey yoktu..
Rahmetli de yaşarken hep oğlan avukat, kız doktor, diğer oğlum konsolos diye anlatır oğullarının mesleği ile övünürdü..
Allah cc ne istedi ise vermiş. Her şeyleri vardı ama geride Fatiha okuyacak Fatımalar, Fatihler yoktu..!
Rahmet dileyip sabır dileyip çıktık evden..
Bir Fatiha da sokağa okudum yüksek binaların duvarlarına üfledim ve yürüdüm dünyanın üstüne...
Bunu dinledikten sonra bende dedim ne üzücü, kimse başına vermesin diye. Bir kez daha anlıyoruz ki nasılsa ölünce okurlar diye hayattayken boş geçirmemeliyiz çünkü taşıma suyla değirmen dönmez. Mezar taşımız Fatiha dilenmeden yaşadığımız anların kadrini bilmek gerek. Hayattayken iyi işler yapın elbet ama başkalarına iyi olup evinizden bir haber olmayın.
“EL İYİSİ DEĞİL EV İYİSİ” olun ki siz evden gittikten sonra bile varlığınız, duacınız olsun arkanız da kalan.
Annesi vefat eden kırklı yaşlarda bir abla hatim duası için evlerine çağırdı. Duadan sonra usulen başsağlığı dilemek için yanına gittim. “Hocam annen yaşıyor mu?” dedi. Annenle aranda hiç keşke kalmasın! Kaç yaşına gelmiş olursan ol büyüyemiyorsun kokusunu, sesini, sarılmasını, hatta sana kırmasını bile özlüyorsun dedi. Buz gibi oldum ne söyleyeceğimi bilemeden sadece yutkundum. Oradan ayrıldıktan sonra yol boyu ablanın söylediklerini düşündüm.
Ölüm gibi sevilmeyen bir gerçek var. Annemle aramda keşke kalmasın diye düşünürken anne olduğum ve kızılmada aramda keşkeler bırakmamalıydım. Canım Peygamberim! Bu üzüntüleri kaç kez yaşamış, içinde kaç hüzün, boğazında düğümlenen neler vardı kim bilir. Medine sokaklarında kimse O(sav) üzülmesin diye anne dememiş. Doğmadan babasını, anneye en çok ihtiyacı varken annesini, dedesini, amcasını... Hatta derler ya en büyük acı evlat acısı derler ya hayatta iken 6 tane evladın acısını yaşayan bir PEYGAMBER..
Peygamber olması bir beşer olmasını değiştirmedi. Peygamberine torpil yapman bir Yaratıcı biz acizlere hiç yapmaz. Sevgili Doğan Cüceloğlu’nun şu satırları nede manidar ““Ölümün saati yok. Yanınızdaki kişiye değer verin; kırmayın onu. Durup durup sevdiğinizi söyleyin, özel hissettirin. En ufak bir şeyde bitti demeyin, ağlatmayın, üzmeyin. Neden mi? Çünkü ölümün saati yok. Belki son görüşünüzdür, belki de son sarılmanızdır. Belki de saatler sonra ona değil de, artık toprağına dokunacaksınız, onu değil de toprağını öpeceksiniz. Sevdiklerinizin değerini kaybettikten sonra değil, şuan bilin. Toprak aldığında geri vermez. Çünkü ölümün saati yok.”
Kokusu güzel diye sakladığınız kullanmaya kıyamadığınız parfümün kokusu bile bir süre sonra o kadar cezb etmezken!
Çıkarın sandıklardan giymeye kıyamadığın kıyafetleri, dilinizden söyleyemediğiniz söyleri, gözlerinizden akıtamadığınız sevinçleri...
Yarınlar gec olmakla meşhur geç kalmayın ....