Geçenlerde eşimin hastanede yoğun bakımda olduğu günlerden bir gün, cep telefonuma Muzaffer Onüçyıldız’ın vefat ettiğini ve cenazesinin Üçler Kabristanı’na defnedileceğine dair bir mesaj düştü. Bu mesaj, unutamadığım ve yüreğimde kabuk bağlayan bir yaramı yeniden deşti.
Muzaffer Onüçyıldız 12 Eylül sonrasında işkenceye tabi tutulup yıllarca hapis yatan ve yargılanan gençlerden birisi idi.
Darbe sonrasında sağdan olsun, soldan olsun binlerce genç işkenceden geçirilmiş ve yıllarca mahkemelerde süründürülmüştü. Aslında sağı da solu da birbirine kırdıran aynı menfur eldi. Bunun farkına sonra varıldı.
O zamanlar gençlere akıl almaz insanlık dışı işkenceler yapıldı. Sağcı gençler solcu, solcu gençler de sağcı polislere havale edilmişti. Önlerine sürülen fail-i meçhul cinayetlerden birisini kabule mecbur bırakılmışlardı. O dönem mahkemelerine her şeyi anlattık da, ifadelerin işkence altında alındığını anlatamadık.
Onüçyıldız arkadaşlarına göre daha geç gözaltına alınan zanlılardan birisi idi. Arkadaşlarına emniyet müdürlüğünde yapılan işkencelere tanık oldu. İşkenceden kurtulmak için bir gün kendisini emniyet müdürlüğünün penceresinden boşluğa bırakıverdi. Hastaneye kaldırıldı. O zaman işkence görmekten böyle kurtuldu. Ama işkence gören arkadaşları gibi o da yıllarca yargılanmaktan ve hapis yatmaktan kurtulamadı
Muzaffer o zamanlar henüz on sekizini tamamlamamış pırıl pırıl, tığ gibi, yakışıklı ve son derece de saygılı bir gençti. Büyüklerine saygısı hep devam etti.
İşkence gören, yıllarca hapis yatan ve yargılanan pek çok genç, vücut ve ruh sağlıklarını kaybetti. Aileleri perişan oldu. Bunları ben çok iyi bilirim.
O zamanlar ve daha sonra öğrendiğimiz insanlık dışı işkencelerin haddi hesabı yoktu. İstiklâl Marşı’mızı bile manevî işkence vasıtası gibi kullandılar. Bu sebeple bunca geçen zamana rağmen, darbecilere, onlara yalakalık yapanlara karşı olan öfkemde ve nefretimde bir azalma olmadı. Bu nefretim hâlâ darbecilere karşı dik durmasını bilmeyen ülkücü ve diğer siyasiler, yani kim olursa olsun, için de geçerli. Tabii bunları çekmeyen bilmiyor.
Zamanla siyaset de öyle yozlaştı ki, olaylar beni fiili politikadan, kültür limanına itiverdi. Yaşananlardan ve geçmişten hâlâ ders alamadık.
O dönemde yaşananlar, bir köşe yazısı çerçevesinde anlatılamaz. Bu mümkün değil. Belki bunlar birkaç ciltlik bir belgeselde anlatılabilir.
İkinci Ordu, Konya’dan Malatya’ya nakledildiği için, Sıkı Yönetim Mahkemeleri de Malatya’ya gitti. Malatya Konya’ya 14/15 saatlik yol. Avukatların ve sanık yakınlarının Malatya’ya götürecek, yol paralarını verecek kimse yok. O zamanlar Muzaffer’in babası Ali Bey’in pek çok fedakârlığı oldu. Masrafların çoğunu Ali Bey karşılardı. O, gerçekten faziletli, son derece mükemmel bir insandı. Daha sonra Alanya’ya taşındığı için uzun zamandan beri kendisi ile görüşemiyordum. Yüz yüze onun acısını paylaşamamaktan büyük üzüntü duymuştum.
Bu yazıyı yazdığım günün akşamında telefon çaldı. Ali Bey beni aratmıştı. Ne kadar sevindiğimi anlatamam.
Eskiye tekrar dönecek olursak, sonunda mahkemelerden sanıkların tamamına yakını için berat kararları çıktı, ama çekilen sıkıntılar, yaşanan ıstıraplar hiç unutulmadı. Onüçyıldız, bir süre de MHP il başkanlığında bulundu. Fakat sıkıntılar yakasını hiç bırakmadı sanıyorum. Ve neticede hayatı bir kalp krizi ile işte böyle son buluverdi..
Bir askeri savcı vardı. Sağ düşünceye sahip sanıklara ve avukatlara yapmadığı zulüm kalmadı. Bu savcı bazı avukat arkadaşlarımızı bile tutuklatmaya kalktı. Ama hiçbir zaman da bu baskılara boyun eğmedik. Allah o günleri bir daha göstermesin. Darbecilerden ziyade esas suçlular, onlara cesaret veren, onları teşvik eden zavallılardı. Esas cezalandırılması gerekenler de bunlardı.
Ziyarete gittiğimde Muzaffer’in babası Ali Bey’i teselli edecek sözler boğazımda düğümlendi. Ne diyelim kader bu, Muzaffer’in annesine, babasına, eş ve çocuklarına, kardeşlerine, yakınlarına ve camiaya baş sağlığı ve sabr-ı cemil niyaz ediyorum. Muzafferimize de Cenab-ı Hak, merhametiyle muamele edip, kusurlarını affetsin, makamı cennet olsun.