Leylalar Eylüller.. çok konuştuk. Daima konuştuk.
Oysa yaralarımız ne kadar çoktu. “Olay” yalnızca bu değildi. Kirlene kirlene, ne kara çemberlerden geçip geldik. Kaç değerimizi; mukaddes mefhumları, mevhum mevta haline getirdik, toprağa verdik.
Bu ülke görmedi mi; çocuk pornosunu, pedofilleri savunan kadın gazetecileri; dipsiz cinsel özgürlüğün müdafi, tetikçi meşhur gazeteci romancıları; her kesimce, bilhassa muhafazakârlarımızca üstün tutulan, tarihimizi kültürümüzü tahkir eden biseksüel yazarları.
Mesela Ramazanların bile hiçe sayıldığı, güya dinî bir haberle, hemen yanında en uygunsuz resimlerin yer aldığı haber siteleri, internet platformlarında, basın yayında ne iğrenç, fena bir atmosferle karşılaştık.
Ballandıra ballandıra anlatılan, neredeyse aylarca tefrika edilen, tavsadığında benzer başkaca haberlerle takviye(!) yapılan; ensest gibi en deni feci hadiselerle, en şeni katl usullerinin tatbik edildiği, göze sokulduğu, yıkıcı yerli yabancı duyurularla, sürekli şoklarla sar(s)ılmadık mı? Neticede madden manen, kan revan içinde kalmadık mı?
Aslında merkezde olmasına rağmen, kısmen farklı görüşlere gösterilen celal; biraz da seri katillere, sapıklara, su katılmamış som canilere yeterince yöneltilseydi keşke. Daha yenice şöyle ya da böyle af tartışmalarından geçmedik mi?
Son olaylarda bile, kaç tane çocuk istismarı haberi verildi. Kimyasal hadım gibi yetersiz çözümler, nice zamandır devam etmiyor mu? Üstelik bir de idamın işe yaramazlığını savunanlar, mevcut tartışmaları yumuşatanlar peydahlandı.
“Katiller zaten her şeyi göze almışlarmış, idam çare değilmiş” falan. “Üç beş seneyle, dahası afla işi yırtarım” demek başka; eylemin sonucunun kati ve ciddi olacağını kestirmek ve yavaşlamak başka.
Pis canı için korkanlar çıkacak; idam ile hafif cezaların özendirici, teşvik ediciliği nispeten önlenecektir. Toplum için bu bile bir kazanç değil midir? Ki derin keder içindeki aileler, nasıl teselli bulacaktır.
Çocuk istismarı konusunda, yetkili, tepki vermesi gereken kişiler çok çarpıcı ifadeler kullanmışlardı hatırlarsınız. Mesele sayısallığa indirilip; “Bir kereden bir şey olmaz” buyurulmuştu. “Dicle kenarında bir kurt aşırsa koyunu, gelir adl-i İlahi sorar Ömer’den onu” diyen Hz. Ömer’in ağır bir sorumluluğu ifade eden sözlerinden sıkça bahsedilirdi oysa.
Ama günümüzün paak çocukları, başka annelerin eleminden, hemcinslerinin sancısından haberdar değildi. Merhamet en ziyade onlara yakışırken; ailelerin acısını paylaşmıyordu. “Bir kereden bir şey olmaz.”
Bir kereden ne olurdu mesela. Bir kere, uzun uzun Münevver’den konuşulurdu. Sonra Özgecan; Eylüller ve sıradaki, peşpeşe gelirdi, ard arda dizilirdi. Bir kereden başlardı hep. Bir kere, bir kereden, büyürdü.
Bu kadar tepkiye rağmen, yetkililerce gerekli, lazım gelen tedbirlerin alınmaması da bir başka değersizlik verisiydi, bildirimiydi. Asıl saldırıya uğrayan adaletti. İcra makamının, çözüm üretememesi sorunun diğer yanıydı. Ardından hangi konuda olursa olsun, tepkiler zayıflayacaktı. Ve “alışılacaktı”.
Seneler evvelinden, şimdiki çürümeyi hayal edebilir miydik? Umutsuzluk, yabancılaşma, şüphe vehim, öfke artışını. Tutunacak dal; manevî ipin zayıflayarak; herkesin kendi uydurduğu, taptığı, çok esnetilir, sündürülür bir din anlayışının ortaya çıkmasını.
Göz ardı edemeyiz ki; dinî kurumlara, fikirlere inanç hayli sarsıldı. İnanç aleyhine olanların eline epeyce koz geçti.
Zinayı hep kötü fiillerden biri bilirdik söz gelimi. Başörtülü yazarların yer aldığı kimi gazetelerde; hep tenkit edilen zina hikâyeleri; filanca işadamının ünlünün genç sevgilileri, gayrimeşru ilişkileri yer bulmadı mı?
En pespaye magazin programları, Tv’leri süslemedi mi?
Sağlam bildiğimiz aile yapıları ne hale geldi.
Şiddet içeren kitaplar, filmler, oyunlar; gençlerimizin en rağbet ettiklerinden değil mi?
Bir ara kaset rezaletleri patladı. Meğer sadece ekranlarda, onu bunu gözetlememişiz. Devlet eliyle veya başkalarınca da ev içleri, yatak odaları gözetlenmiş.
Ekran yarışmalarında, “Nimet” dediğimiz yemeklere, “Tanrı misafiri” diye nitelediğimiz konuklar eliyle yapılmadık hakaret kalmamıştı.
İspiyonculuk, konu komşuyu var yere yok yere ihbar; rağbet ve teşvik edilen işlerden sayılmış; ilgili meslek(!) artışı ve kalitesi(!) sağlanmıştı.
Böylelikle en çok seyredilen görülen ve hatta talep edilen şer durumları; bir bakıma onaylanan, tepki konmayan, rıza gösterilir bir duruma geliyordu.
Sokak hayvancıkları bile rahat değildi aramızda. Biz övünerek gerinerek, ecdadın yaptığı kuş yuvalarından söz etsek de; Osmanlıcılık hülyaları, uçuk kaçık rüyalar görsek de. Namusundan kimse emin değildi.
Bunca düşkünlük, şiddet hiçbir idareciye, yönetimin zaaflarına bağlanmadı ayrıca. Suçlu; mutlak eski devirlerdi, insan fıtratıydı, kaderdi, “elden ne gelir” nihayetinde hep süregelen vaziyetlerdi. Bu defa, “bir kere”, “çok kereydi”.
Hâlbuki taciz, sadece cinsellik alanında değildi.
…
Devlet katında teröristlerle, yıllarca eli kanlı diye bildiğimiz, lanetlediğimiz kişilerle pazarlıklar yapıldı, akiller devreye sokuldu ve savunuldu. “Çözüm sürecini mesela hayvanlar bile anlamıştı, biz anlayamamıştık. Güç bela anlamaya çalıştık. Sonra tam tersi, düşmanlar dost, dostlar düşman oldu. “Bir kere”, “bin kere” oldu.
Toprak, bayrak, vatan aziz diye bildik. Yüzyılların, algısıydı. Meğer hepsi alınır satılır, değiştirilir metaymış, sahipliklerin kuruculukların, akan terin, kanın önemi yokmuş. Bir çırpıda gözden çıkarılır, silinirmiş.
Günlerce, sanayi ülkesi sayılmadığımız gibi, artık tarım ülkesi olmadığımızın da şokunu yaşadık.
İmtihanlarda emek hırsızlığına; meydanlarda çalma çırpma, (çayda çıra) oynamaya alıştık.
Akıl almaz çelişkileri, tezatları, dönüşleri anlamaya, uyuşturmaya, bağdaştırmaya çalıştık. Aklımız ermiyordu, azaptaydık. “Dış güçler” örtüsü kifayetsiz; kral çıplak kaldı.
Dış Güçler, bu kadar muktedirse; bizlerin inancı, istinatgâhı, temel değerlerinin kuvveti ne olmuştu. Neden bu denli acizdik, hükmümüz zayıftı.
Ve mevcut durumda, olanlarda, bütün takdir yetkisi de bizdeyken, nasıl bir taksirimiz vardı. Hiç kusur yapışmadığına göre, biz acaba kutsal mıydık, Mesihler aramızda mıydı?
Filan siyasi, filanca siyasi partiye en ağır hakaretleri yaptı. Sonra hiçbir şey olmamış gibi kol kola girildi. Ya öncesi yalandı, ya bugünkü, sonraki. Ya tümden yalan.
Davalar, inançlar, ideolojiler; Kızılelmalar, kızıl türküler ne oldu. AVM’lere mi gitti, saraylara kâşanelere mi yenildi?
Kurt kocayınca, yozkurt mankurt olunca, fındık dallarında oynaşınca yani. Yine anlamadık.
Kahramanlık söylemlerine, diklenmelere, trajik çıkışlara, ardından geri çekilişlere, muhtaç oluşlara, sineye çekiş ve bükülüşlere şahit kaldık. Zıpçıktıydık, hop hop zıpladık.
Asıl darbeler bunlardı. Bu olabilirlikler, imkânsızların, anormallerin olağanlaştırılması, sivriliklerin düzleştirilmesi; hak hukuk özgürlük, dava kılıfına sokulması; kıymet bildiklerimizin, kalplerin başköşesinde yerleştirdiklerimizin önemsizleştirilmesi, hiç edilmesi.
Bir müddet sonra “rol modelleriniz”, öncüleriniz küçülmeye, salt tarihi şahsiyetler olarak idrak edilmeye; sadece şekil sizi tatmin etmeye başlardı.
Geleneksel inancımızın, ahlaksızlıkların karşısında olması icap ettiğini düşünürdünüz. Hâlbuki yanyana, bir araya gelmiş görüntüsü veriliyordu en azından.
Verdiğimiz örnekler önemsiz değildi. Benzer yarılma, kırılma, eğriler; bugünleri, yeni çirkinlik kusmalarını, çarpılmaları meydana getirdi.
Manevî düşüş, gerileme sadece Leyla, Özgecan hadiseleriyle, örnekleriyle sınırlı değildi. Çok daha geniş boyutluydu. Böyle de yollar, köprüler, kargaşaya buhrana hızlı geçişler olurdu.
Bu ne mene bir canlanma, neye diriliş, uyanıştı.
Geriye ne kalırdı. Sözler uçucudur, yazı kalırdı. Ruha yazılanlar, vicdanlara, hepimizin sorumluluğuyla bu topraklara, taşlara, semaya yazılanlar.
Neyi okuduk, neyi yazdık, neyi devrettik.
Yalnızca şehadetleri değil; tanıklıkları şahitlikleri de unuttuk. Arkaya kalanları; aldatamayacağımız zamanları…
Bir kere, bir kere…
Ne olur tekrarlanmasın, konuya ilişkin bir defa yazılmış yazı olsun bu da. Bir kere.