İnsan yaşadığı hayatın farkında mı acaba?
Su gibi akıp giden bir hayat…
Bir hayat akışı ki bu, ne durdurulabilir, ne de geri getirilebilir.
İşte insanın düşünmesi gereken yegâne hakîkat!
Başını öne eğerek yürüyen, etrafını görmeden ilerlemekte olan bir insanın durumu ne olur acaba? Ya bir şey ona çarpacak ya da o bir şeye. Hani “kafası dank etti” derler ya.
İşte günümüz insanı! Dünyanın arzu ve istekleri doğrultusunda öylesine bir yol alıyor ki! Ne hızına yetişilebilir ve ne de bir an durdurulabilir!
Ama gün olacak ve duracak…
Başını yerden kaldıracak ve etrafına bakınacak.
Ama o da ne?
Öylesine dehşetli bir manzara ki, ne akıl alır ve ne de idrak edilir!
İnsanlar habire koşuşturmakta… Müthiş bir kargaşa… Öylesine bir izdiham ve dehşet ki! İnsan “kaçacak yer neresi?” diye sorar. Ama ne mümkün! Gidiş sadece bir yöne. Sadece ve sadece o yöne. Başka gidiş yok. Akıp giden insan topluluğuna o da girecek ve Allah’a varacak. Zaten varış sadece O’na.
Mîzan kurulmuş, hesap defterleri ellere verilmiş… Gözler alabildiğine açılmış ve çanağında halden hale bürünmüş. Renkler atık, yüzler soluk…
Hele o küfredenler! İnkâr ettikleri gerçeğin karşısında adeta dilleri tutulmuş. Binbir ilenç lisanlarında… O kendilerini aldatan önderlerine…
Kurtuluş mu? Ne çare!
Yalvarıp yakarmak mı? Ne fayda!
Gün bitmiş, ömür tükenmiş. Hayat akışı yerini ebediyete bırakmış.
Ah bir gelebilse yeniden o kaybettiği dünya hayatına!
Nasıl da aldanmıştı ona! Binbir tuzaklarına…
Nasıl da düşmüştü ağına! Gece gündüz koşuşturmuştu peşinde.
Ah o emekleri! Ah o, geceyi gündüze katışları.
Olmamıştı ona yâr…
Olmamıştı ona diyâr…
Şimdi hüzünlerden hüzün mü beğenecekti?
“Ah akılsız başım ah!..”
Daha nice âh-u vâhlar! Kendini kınamalar…
* * *
İşte o günün bugünü.
Bugündür o günleri hazırlayan.
Bu günlerdir o günleri kazandıran ya da kaybettiren…
İnsan!
Ne kadar da şaşkınsın sen!
Gülüp-eğlenmek, yiyip-içmek ve arzularına uymakla mı geçiyor ömrün? Bir de sonu olmayan dünya hırsı…
Sanki hesap yok!
Sanki ölüm yok!
Sanki kayda alınmıyor yaptıkların!
N’ola bu halin!
Ne ibadet, ne taat!..
Ne hak, ne hukuk!..
Sanki yanına kalacak onca günahın!
Sanki yanına kalacak onca zulmün!
Bir hesap ki, en ince ayrıntıya dek…
Hep bunun için ağlamış peygamberler, sıddîkler, âlimler ve sâlihler…
Ne uyku kalmış gözlerinde ve ne de gülücük yüzlerinde!
Hep yalvarış; “Allah’ım! Allah’ım!” diye.
“Ne hakkıyla bilebildik Seni ve ne de hakkıyla şükredebildik Sana!” diye ağlamışlar hep. Korku ve hüznü burada yaşamışlar.
Ey insan ve ey kardeş!
Ne namaz var, ne niyaz!
Ne gam var, ne keder!
Ne kadar da emînsin sen!
Yoksa bildiğin bir şeyler mi var?
Seni kurtaracak…
Azaba düşürmeyecek…
Bir kaçış yolu mu var?
Gözümüz açılıyor hayretten pek çok zaman. Ne kadar da rahat şu insanlar!
Kahkahayla gülen bir genci görünce bir gün Hasan-ı Basrî (r.al.) demiş ki ona:
-“Ey genç! Yoksa sırat köprüsünden geçeceğine dair bir senedin mi var elinde?”
Genç adam bir daha öyle gülmemiş.
Şüphesiz ki gülecek de insan. Ama ölçülü! Fakat ondan çok hazırlık düşünecek. O ebedî hayata.
Ebedî gülüş için, ebedî hazırlık…
Hani o hazırlık!
Var mı kardeşim?