Bu kıssaları seviyorum.
Pîr Seyyid Hasan Hüsameddin Uşşakî zamanında geçen bir hikâye:
İran’dan gelen sapkın fikirli bir şahıs, dergâhta misafir edilmesine rağmen, sık sık propaganda mahiyetinde konuşuyor, taraftar kazanmak istiyordu.
Kitap yüklü şeylerdendi belki de. İkaz edilmesine karşılık, yine şaşırtıp, talebeleri yoldan çıkarmak için hummalı bir şekilde çalışıyordu.
“Durumu Hz. Pir’e beyan ettiler. Hazreti Pîri Âzam, ol sapık müride celâlli bir nazar etmesiyle o mürit derhal merkep sıfatına büründü. Hazreti Pîr: Götürün, bunu pazarda satın, diye emir buyurdu.
İhvanlardan birkaç kişi ol merkebi pazara götürüp satmak üzere iken Üçüncü Sultan Murad’ın paşalarından bir zâtın yolu oraya uğradı. Bakıyor ki gayet güzel bir merkep, tüyleri pırıl pırıl parlıyor. İçinden: Bu ancak saraya lâyık bir hayvandır, diye geçirerek diğerlerinden daha fazla bir fiyatla alıp saraya gönderdi.
Üçüncü Sultan Murad’ın kızının bu merkep çok hoşuna gitti. Ona gayet ziynetli bir eğer vurup ve daha nice bazı çeşitli ziynetlerle güzelce süsledi. Bahçede o merkebin önüne yem ve su koyduklarında ne yiyor ne içiyor, yalnız gözlerinden yaş akıtıyordu. Hatta bazı konuşulan kelamları dinliyordu.
Nihayet padişahın sarayından memnun kalmayan o hayvancağız nasılsa bir fırsatını bulup saraydan kaçtı ve Hazreti Pîr’in dergâhına geldi. Hayvancağız sabırsızlıkla hazretin önüne gelip başını yere koyarak ağladı, merkep sıfatından kurtulması için iltica ve rica edip affını istedi.
Hazret Pir merhamete gelip Cenab-ı Hak’ka duâ buyurdular. Derhal eskisi gibi insan sıfatına büründü. Bozuk itikadından tevbe ve istiğfar etmek suretiyle îmana geldi. Hazreti Pîr merkeple gelen ziyneti ve eşyaları padişaha tekrar müritleriyle iâde etti. Müritleri de geçen vâkıayı padişaha anlattılar” (Sıddık Naci Eren Balıkesiri’den nakledilmiştir)
Ol hikâye üzerinde biraz dolaşalım, oynayalım.
Acaba, iç âlemimiz sergilense, hangi hayvan suretleri ortaya çıkardı.
Belki de kimi fiillerimiz cisimleşse, insana yakışmadığı için hayvan şekillerine bürünürdü.
İnsanlaşma kolay değildi. Merkepler oradan oraya gezer dururdu. Yularını kim tutardı; kim durdururdu.
İnsanlar yanlış düşüncelerle, önlerine uzatılan havuç, maşa, parlak stratejik hülyalarla da eşek durumuna düşebilirdi.
Direten inatlaşan serkeş nefs, hayvan şeklindeydi.
Herhalde ancak, hayvan suretinden kurtulmak, Mürebbilerle, edeple mümkündü. Eğitim şarttı. Lakin cevher taksan da eşek, eşekti.
Bir açıdan bakıldığında; tercih edilen, yüklenecekleri, semer vurup üste binecekleri, saraylara layık eşekler de vardı. Merkep suretliler buraya isteyerek, şevkle atılarak gelip, üstelik yüksek mevkilere erişebilirlerdi. Muktedirler bunları iyi beslerdi. Hatta onları süsleyerek artı bir değer de verirlerdi.
Herkesin gözüne kestirdiği bir eşek cinsi mevcuttu. Bazı demokrasiler, eşek seçme özgürlüğüyle, gözünüze gönlünüze girerdi.
Devir sizi kılıktan kılığa sokardı. Neye uğradığınızı bilemezdiniz. Uyanık olmak, Hak ve hakikate dayanmak gerekti.
Bilge, Âlim, İdareci “Hakikatin” farkında olduğu gibi, halk da uyanık olacak; merkeplerin (Yalanın, Şerrin) peşine fiyakalıdır, cakalıdır diye takılmayacaktı.
Eşeğin istikametine, yön çizmesi ve sizi de karanlığa, balçığa götürmemesi hususuna dikkat etmeliydi.
Nedamet ve fiilî dua, samimi güzel eylemler; sizi eŞEK(lik)ten kurtarabilirdi.
Pazardakilerden, sıradan merkeplerden daha yüksek bir fiyat biçilirdi bazılarına. Zira mevkili eşeklerin mevcudu az değildi. Kadı postunu bile giyinirlerdi.
Bilge kişiler, hakikî mürşitler dünya süslerine, mevki makam mal mülk sevdalarına düşmezdi. Yöneticilerle araya mesafe koyarlar; padişah gibi yaşamak hevesine kapılmaz; “ziyneti” eşyayı sahibine, meraklısına iade ederlerdi.
Sahte âlimler, mukallit hocalar ise her hâlükârda, sarayın parlak incik boncuğunu bir ipe dizer, yular gibi boyunlarına takardı. Gerdanlıkları(!) çoğaltırdı.
Eşek cinsi ve bazı merkeplerin cinsliği bir tarafa…
Ve şapkalarımız.. yani unvanlarımız, meslek etiket ve maskelerimiz; kiminde, aslında uzun, işitmez sivri kulaklarımızı, esas rengini kaybetmiş binbir perdeyle ör(t)ülmüş gözlerimizi mi kapatıyordu acaba; ağlarla kaplı, gönle t(uzak) bir dünyada.
Va esefa!