Yazımıza yine, ‘Selam duâsı’yla başlamak isteriz;
‘Aşk olsun. Aşkınız cemâl olsun. Cemâliniz nûr olsun. Nûrunuz ayn olsun.’
Efendim, bugün ilk 18 beyte doğru sona yaklaştığımızı belirterek başlayalım, 17. Beyitteyiz. Vira Bismillah;
“Balıktan başkası suya kandı, Nasipsiz olanların rızkı gecikti.” (17. Beyit)
Mesnevi deryâsından istifâde edebilmek için, bahsedilen bâzı ifâdelerin ne anlama geldiğini bilmeden yorumlayamazsınız. Tabi sahada emek vermiş kıymetli mesnevi üstatlarının değerlendirmelerine başvurmadan ilerleyemezsiniz. Biz de, bu yollardan ilerliyoruz.
Burada balıktan işâret insandır. Tasavvufta deniz, vahdet âlemi yâni sonsuzluk âlemini anlatır. Araştırıldığı üzere, sonsuzluk âlemi, bilinmeyen ruhlar âlemi, mânevi bir âlem, dahası bu âlem, nurlar-feyizler okyanusu olarak değerlendirilir. İnsanlar da, bu denizde yüzen balıklardır. Tabi denizlerde çeşit çeşit balıklar bulunur. Tıpkı insanlar gibi Cenâbı Hak, bilinmezler âlemi olan gayb âleminde insanları yaratırken, her birini değişik bir ruh hâlinde yaratmıştır. Bunların hepsinin Yüce ve Aziz olan Yaratıcıyla ayrı ilişkileri vardır. İnsanlar imtihan gereği olarak bu dünyâda bulunurken, karşılaştıkları hâdiselerde, Hak katında değerlendirilmek üzere farklı davranışlar sergilerler. O davranışlar, kimilerini Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaştırırken, kimilerini uzaklaştırır hatta kişiler isyan derekelerine dahi düşebilir.
İlâhî rahmet tecellilerinden nasiplenemeyenler, bedenlerini ten zevklerine feda ederek sözüm ona; (!) ‘dünyâya bir defa zevkü-sefa sürmek için geldik’, düşüncesiyle kısa bir süre için ebedi saadetlerini heba ederler. Böylelerinin sonunun acı bir âkibet yâni cehennem olacağı gâyet açıktır. Halbuki aklı olan düşünür ki, aynen bir ilk bahar mevsimi gibi güzel günler çabucak geçer, kötü günler ise hüzünlüdür, geçmek bilmez. Akıllı olduğunu iddia eden insan, sermâyesini hemen geçecek olana değil de, kalıcı olana yapması daha muvafık değil midir?
İnsan dünyâda zevk aldığı nesi varsa onu düşkündür, ondan vaz geçmek ve onu kaybetmek istemez. Malı olan fazlasını ister, makâmı olan üstünü ister, kimse bir türlü dünyâya kanmak, doymak istemez. Balık da öyle, o da suyun içinde, denizde bulunur ama suya kanmaz. Buradan mânevi bir teşbih yaparak, şunları diyebiliriz, aşk okyanusunun balıkları âşıklardır. Onlar da aynen dünyâlıklar gibi, Hakk’a muhabbet sevdâsıyla yandılar mı, aşklarına doyamazlar. Hakk’a vuslat olana değin, hep dahasını isterler, doymak bilmezler. Sevgiliden ayrı düşen zaman, âşığa bin yıl gibi gelir. Madde olarak sıkıntı ve dert çekene de, o günler bitmek bilmeyen çok uzun günler olur.
Dünyâya gelmekteki hikmeti çözmüş kişiler, kendilerine isâbet eden dert ve belâlara, asıl muratlarına erişebilmek adına zevkü sefa olarak bakarlar, yana-yakıla huzura dururlar. Bu huzur onlara gerçek aşkı buldurur. Oysaki Cenâbı Hak, dertzedeye derdi sebebiyle, bizzat Zâtını bildirerek, ona Kendini tanıtmıştır. Allah Teâlâ, dertli kişiyi aynı zamanda yalnızca Kendine yönelterek dua-dua yalvartmış, ağlatmış, inletmiş ve dahi böylece kendine yakîn etmiştir. Bu ne muhteşem ikili mânâ iletişimidir ve ne muhteşem bir dayanışmadır! Allah Azze ve Celle’nin insanı sevmesi, işte tam da budur.
Şunu iyi bilelim ki, Cenâbı Hak kulundan asla vaz geçmez. O kendisine yalvarıp yakardığında, duâyen dertzedenin her dudağının kıpırdamasında, Rabb’i Teâlâ büyük bir dikkatle onu dinlemektedir. O derdiyle baş başa kalıp kendine el açanları şefkat ve merhametiyle sarıp sarmalar, kucaklar. Bilhassa âşıkların Hakk’ı zikretme vakitlerinde, bütün bir kâinât kendi dillerince tesbihatla meşgulken, Allâhu Teâlâ, ibâdete lâyık olan seçkin dostlarını tatlı yataklarından kaldırır, huzûruna oturtur, rahmet deryasına daldırır. Dertleri böyle değerlendirenler, Hakk kapısından hiç ayrılmayarak, kemâli edep ile o kapının müdâvimi olurlar. O sebeple âşık derdinden usanmaz, bıkmaz, ondan kurtulmak istemez. Tâbiri câizse o âdeta; ‘derdinin delisi’ olmuştur.
Aşkla yapılan ibâdetlere doyum olmaz. Bu tadı alan Hakk’ın huzurundan ayrılmak istemez. Böylesine, Hakk’tan gayrısı neyse, hiç hükmündedir. İşte öylelerine, hikmetten sırlar perdesi âyân olur. Dolayısıyla âşık, Hakk’ın aşkına doyamaz, kanamaz. Bu hal kulun Rabb’ini sevdiğinin ilânıdır ama aynı zamanda bu durum, Mevlâ’nın da, o kulunu sevdiğinin göstergesidir. Yoksa o kulunu kaldırıp huzuruna çağırır mı?
Kimi nasipsizlerin gözü dünya malıyla doymaz ama bilmez ki, o ne kadar çalışıp çabalasa ona ancak Cenâbı Hakk’ın lütfettiği kadar verilir, başkası değil. Yâni kişinin çalışıp kazanması yalnızca nasibince olur. Dünyâyı isteyen mal ister, ahreti isteyen ‘cemâl’ ister. Ahretin için ne kadar çok istersen kazançlı çıkarsın. Ama ahret için dahi cennet nedir ki? Asıl maksad Hakk’ın hakiki sevgisine erişmektir. Deniz balığı suya kandıramadı, cennet de âşığı kandıramaz. Âşık, hayret ve kurbet makamlarına kavuşup yeni tecellilere kavuşmak ister.
Pek tabi insanların imânı; anlayışına, aşkına, idrâkının seviyesine göre değişir. Bâzıları kavî bir imanla beslenmiştir bâzıları ise inançsızdır. Kimileri Hakk’ın konuşulduğu ortamlardan ayrı kalmak istemez kimileri de hiç Hakk’ın konuşulmasından hoşlanmaz. Bu dünya tercih yeridir. Bunu şuna da benzetebiliriz, denize yalıngözle bakan dalgaları görür biraz dikkatli bakan yaklaşırsa balıkları, biraz daha derinlemesine nüfuz edilse, inci-mercan bile görebilir. Pınarı görenle, pınardan su içen bir olur mu? Bâzıları verimli bir tarlaya ürün ekip iyi bir mahsul alacağı yerde, orayı bırakıp gitse kendi nasipsizliğine kendisi hayıflanmalıdır. Halbuki bilindiği üzere, o mekana öbek öbek bereket yağmaktadır. Sahada olmayan nasipsizler, hayatlarını tekrar gözden geçirmelidir. Ancak söz dinlemek, Hakk’a tâbi olmak, nasip işidir. Yalnız kibir, gurur ve gösterişten uzak olanlar, enâniyetlerine yenilmeyenler söz dinlerler, anlatılanlardan nasiplenirler. Nasiplenenlerden olmak niyazıyla efendim, hayırlı Cumâlar.