Böyle bir yazı yazmak aklımda yoktu aslında ama geçen evimizin önünde şahit olduğum, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı kutlama töreni bana bu yazıyı yazmak zorunda bıraktı. Bir çeşit duygu selinden kaynaklanan bir yazı oldu yoksa ‘Cumhuriyet ve Demokrasiyi’ yazma gibi bir düşüncem yoktu doğrusu. (Ayrıca kendi mail’imdeki bir problemden dolayı bu yazı gecikmiş bir yazıdır fakat bana göre önemli olduğu için illa da okuyun diye arzu ettiğim için gecikmeli de olsa yolladım efendim, affınıza sığınarak.)
Neyse, Kıbrıs’ın şirin bir yerleşim yeri olan Güzelyurt’ta tüm askeri erkânın ve sivil yönetimin ortaklaşa düzenledikleri o muhteşem törenden bahsetmek istiyorum sizlere. Tören sıkı bir askeri disiplin hiyerarşisi içinde önce komutanların ve sivil büyük zevâtın askeri ve halkı selamlaması ve geçit töreniyle başladı. Günün anlam ve önemini anlatan milli birlik ve berâberliğin ehemmiyetini vurgulayan konuşmalar yapıldı, bando takımı milli marşlar seslendirdi. Benim kahraman Mehmetçiklerim bütün saflıkları ve dirilikleri ile bana göre törenin görünür baş aktörleriydi. Genelde başı yaşmaklı, eli tespihli anaların dolu olduğu ‘Anadolu’nun yiğit erleriydi bunlar. Teslimiyet ruhu vardı onların özlerinde. Aslar hep üslerin emirlerine kendilerini teslim ederlerdi ve: ‘Emrin başımın üstüne komutanım’ diyerek ne söylense safça bir inançla yerine getirirlerdi. ‘Koş asker’ koşardı, Asker’im. ‘Vur asker’ vururdu Allah(c.c) için Mehmed’im. Kahraman Mehmet, yiğitçe dövüşür canını seve seve verirdi vatanı için. Mehmetçiğin kutsallarına dokunulmaya görsün nice çelimsiz Mehmetler aslan kesilirdi. Yurduna düşmanı sokmazdı, dinine sövdürmezdi, Kur’ân’ına dil uzattırmazdı. Mehmetçik buydu. Tören boyu çok güzel konuşmalar yapıldı yetkililer tarafından. Doğrusu göğsüm kabardı. Ama en güzeli de bu yazıları yazmama sebep olan Mehmetçiğe yapılan övgülerdi. Çok duygulandım. Mehmetçiğe önce İstiklal Marşı’nın tamâmıyla seslenildi sonra ‘Fâtih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın’ şiiriyle devam edildi. Mehmetçiğe, ‘Yürü Mücâhidim’ edâlarıyla dizilen muhteşem cümlelerle âdetâ bir kahramanlık manifestosu okundu coşkulu bir sesle. Dinleyenlerin duygulanmaması imkansızdı. Söylenen hitaplar öylesine güzeldi ki sizlerin de hepsini dinlemenizi isterdim. O hitaplardan bazı satırları aldım sizlere duyurmak için. Bakın neler söylendi kahraman Mehmedim’e:
“Geçiyor milletimin gözbebeği Mehmetçik,
Barışın sembolü, İstiklâlin kahramânı
Selam sana vatanımın bekçisi...”
“Yürekte millet aşkı, şan-şeref-ibret
Cenneti gezerken sonsuz ufuklarda
Şehitlik tahtına erenlerdensin.”
Yine Mehmetçiğe cumhûriyetin emânet olduğunu vurgulayan satırlar vardı. Târihler yazdıran Türklerden bahseden mısrâlardaki güzellik benim milliyetçilik duygularıma hitap ederken bir an ‘empati’ yaparak askerlerin içinde Kürt olanlarında bulunacağını düşünerek onlar adına hayıflandığımı belirtmeliyim. Doğrusu muhteşemdi, hazırlayanları kutluyorum.
Değerli okurlar şöyle sizlerle Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllara gidelim istiyoruz. 87 yıl önce 29 Ekim 1923’te yeni Türkiye Cumhûriyet kuruldu. Koskoca Osmanlı İmparatorluğu’ndan elimizde kalan son parçasında, idârî sistem olarak eskiden farklı ulus-devletine geçildi. Bu necip millet milli mücâdelede çok acılar yaşadı ve çok büyük zâyiatlar verdi. Atlattığı onca bâdireden sonra kendine doğru istikâmetler tespit edip yeni hedef ve gâyeler belirledi. O zamanlar ‘hâkimiyeti milliye’ Anadolu’nun temel görüşüydü. Bu temel görüşün uygulama mercii olan iktidarın kaynağı ise ‘millet ve milli irâde’ idi. Fakat ne yazık ki, “1926’lı yıllarda çıkan Kürt isyânı bahâne edilerek ‘Takrir-i Sükûn yasası’yla egemenlik Meclis’ten yâni halktan alınıp hükümete verilmişti. Ardından gelen yıllarda, ‘tek parti diktatörlüğü’ oluşturulmuş fakat ‘rejimin adına hep ‘cumhûriyet’ denilmişti. Yıllarca milli egemenlik nutukları atılıp Meclis’in tepesinde bu umde yazılı kalmış, milletvekilleri parti merkezince atanmış; ama yine de cumhûriyet kutlanmış ve kutsanmış ancak milli egemenlik rafa kaldırılmıştır.” (Bilgi için; Pr. İhsan DAĞI, Zaman gazetesi, 29 Ekim 2010, köşe yazısı)
Geçen zaman içerisinde halk, yeni kurulan devletin idâri sistemi olan demokrasiyi ciddiye almış baskıcı ve dayatmacı ‘tek parti’nin egemenliğine, seçimlerde verdikleri oylarla son vermiş oldu. 14 Mayıs 1950 yıllarında millet, bütün asrın bürokratik engellemelerine rağmen kendi temsilcilerini iktidar yapmayı başardı. Yıllardır halkın temel inanç ve dînî hususları yaşama özgürlüğü baskı altında tutulmuştu. 1950’lili yıllardan sonra açılan okullar ve kurslar vesilesiyle halk biraz rahat nefes aldı. O devirlerde kendi ülkesinde inandığı değerlerden ötürü suçlu görülen hatta hapislerde yatan, dipçiklenen yaşlı başlı insanlar vardı. Ezan’ın asıl metniyle okunması yasaktı. Yasakçı zihniyeti halk, seçtiği kişilerle bitirmişti. Ancak yıllar içinde bunu sağlayan başbakan maalesef devrin mahkemelerinde verilen haksız ve hukuksuz kararlarıyla darağacına gönderilerek bedelini ağır bir şekilde canını teslim ederek ödemiştir.
Bugün şu geldiğimiz nokta, demokrasi târihinde ağır bedeller ödemeye sahne olmuştur. Geçmişte cumhûriyet ismini kullanarak rejim bekçiliği yaptığını iddia eden bürokratik tahakküm sâhipleri, kendi halkını ve değerlerini küçük görerek milleti adam yerine koymazdı. Bugün de ayni şeyi yapmak için, halka meşru gibi görünen dayatmaları, icat ve empoze eden, bir türlü bulundukları yeri terk etmek istemeyen, sâhip oldukları tüm yetkileri milletin gözünün içine baka baka milletin aleyhine kullanan hatta esefle belirtmeliyiz ki kendi halkını yok etme planları hazırlayan bir sistemle iç içeyiz. Bahsedilen geçmişte de vâr olan hak-bâtıl mücâdelesi hep devam etti. Gelecekte gerçek demokrasiyle inşallah devam etmesin. Yapılan münâkaşalar, çekilen sancılar alınan mesâfeyi berâberinde getiriyor. Gerçekten bugün meselelerimizi birbirimizle konuşmada, birbirimizle iletişim kurmada ve birbirimizi anlamada daha bir mesâfe aldığımız kanaatini taşıyoruz. Üç beş uygunsuz münferit misâlin bu genel fikri bozabileceğini düşünmüyoruz. Bundan dört sene önce ‘Başörtüsü’ konusunu ağzına dahi almaya tenezzül etmeyenler bugün oturup bu konuyu karşılarına başörtülü hanımefendileri alarak konuşabiliyor ve onların fikirlerine saygı gösteriyorum, diyebiliyorlar. Bu birbirimizi anlamada önemli bir yaklaşımdır. Biz bunu demokrasi çerçevesinde değerlendirirken abartı olmazsa sanki çağ atlama olarak görüyoruz.
Şimdilik hoş çakalın derken diğer yazımızda ayni hususa devam edelim istiyoruz efendim. Hayırla kalın.
Neyse, Kıbrıs’ın şirin bir yerleşim yeri olan Güzelyurt’ta tüm askeri erkânın ve sivil yönetimin ortaklaşa düzenledikleri o muhteşem törenden bahsetmek istiyorum sizlere. Tören sıkı bir askeri disiplin hiyerarşisi içinde önce komutanların ve sivil büyük zevâtın askeri ve halkı selamlaması ve geçit töreniyle başladı. Günün anlam ve önemini anlatan milli birlik ve berâberliğin ehemmiyetini vurgulayan konuşmalar yapıldı, bando takımı milli marşlar seslendirdi. Benim kahraman Mehmetçiklerim bütün saflıkları ve dirilikleri ile bana göre törenin görünür baş aktörleriydi. Genelde başı yaşmaklı, eli tespihli anaların dolu olduğu ‘Anadolu’nun yiğit erleriydi bunlar. Teslimiyet ruhu vardı onların özlerinde. Aslar hep üslerin emirlerine kendilerini teslim ederlerdi ve: ‘Emrin başımın üstüne komutanım’ diyerek ne söylense safça bir inançla yerine getirirlerdi. ‘Koş asker’ koşardı, Asker’im. ‘Vur asker’ vururdu Allah(c.c) için Mehmed’im. Kahraman Mehmet, yiğitçe dövüşür canını seve seve verirdi vatanı için. Mehmetçiğin kutsallarına dokunulmaya görsün nice çelimsiz Mehmetler aslan kesilirdi. Yurduna düşmanı sokmazdı, dinine sövdürmezdi, Kur’ân’ına dil uzattırmazdı. Mehmetçik buydu. Tören boyu çok güzel konuşmalar yapıldı yetkililer tarafından. Doğrusu göğsüm kabardı. Ama en güzeli de bu yazıları yazmama sebep olan Mehmetçiğe yapılan övgülerdi. Çok duygulandım. Mehmetçiğe önce İstiklal Marşı’nın tamâmıyla seslenildi sonra ‘Fâtih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın’ şiiriyle devam edildi. Mehmetçiğe, ‘Yürü Mücâhidim’ edâlarıyla dizilen muhteşem cümlelerle âdetâ bir kahramanlık manifestosu okundu coşkulu bir sesle. Dinleyenlerin duygulanmaması imkansızdı. Söylenen hitaplar öylesine güzeldi ki sizlerin de hepsini dinlemenizi isterdim. O hitaplardan bazı satırları aldım sizlere duyurmak için. Bakın neler söylendi kahraman Mehmedim’e:
“Geçiyor milletimin gözbebeği Mehmetçik,
Barışın sembolü, İstiklâlin kahramânı
Selam sana vatanımın bekçisi...”
“Yürekte millet aşkı, şan-şeref-ibret
Cenneti gezerken sonsuz ufuklarda
Şehitlik tahtına erenlerdensin.”
Yine Mehmetçiğe cumhûriyetin emânet olduğunu vurgulayan satırlar vardı. Târihler yazdıran Türklerden bahseden mısrâlardaki güzellik benim milliyetçilik duygularıma hitap ederken bir an ‘empati’ yaparak askerlerin içinde Kürt olanlarında bulunacağını düşünerek onlar adına hayıflandığımı belirtmeliyim. Doğrusu muhteşemdi, hazırlayanları kutluyorum.
Değerli okurlar şöyle sizlerle Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllara gidelim istiyoruz. 87 yıl önce 29 Ekim 1923’te yeni Türkiye Cumhûriyet kuruldu. Koskoca Osmanlı İmparatorluğu’ndan elimizde kalan son parçasında, idârî sistem olarak eskiden farklı ulus-devletine geçildi. Bu necip millet milli mücâdelede çok acılar yaşadı ve çok büyük zâyiatlar verdi. Atlattığı onca bâdireden sonra kendine doğru istikâmetler tespit edip yeni hedef ve gâyeler belirledi. O zamanlar ‘hâkimiyeti milliye’ Anadolu’nun temel görüşüydü. Bu temel görüşün uygulama mercii olan iktidarın kaynağı ise ‘millet ve milli irâde’ idi. Fakat ne yazık ki, “1926’lı yıllarda çıkan Kürt isyânı bahâne edilerek ‘Takrir-i Sükûn yasası’yla egemenlik Meclis’ten yâni halktan alınıp hükümete verilmişti. Ardından gelen yıllarda, ‘tek parti diktatörlüğü’ oluşturulmuş fakat ‘rejimin adına hep ‘cumhûriyet’ denilmişti. Yıllarca milli egemenlik nutukları atılıp Meclis’in tepesinde bu umde yazılı kalmış, milletvekilleri parti merkezince atanmış; ama yine de cumhûriyet kutlanmış ve kutsanmış ancak milli egemenlik rafa kaldırılmıştır.” (Bilgi için; Pr. İhsan DAĞI, Zaman gazetesi, 29 Ekim 2010, köşe yazısı)
Geçen zaman içerisinde halk, yeni kurulan devletin idâri sistemi olan demokrasiyi ciddiye almış baskıcı ve dayatmacı ‘tek parti’nin egemenliğine, seçimlerde verdikleri oylarla son vermiş oldu. 14 Mayıs 1950 yıllarında millet, bütün asrın bürokratik engellemelerine rağmen kendi temsilcilerini iktidar yapmayı başardı. Yıllardır halkın temel inanç ve dînî hususları yaşama özgürlüğü baskı altında tutulmuştu. 1950’lili yıllardan sonra açılan okullar ve kurslar vesilesiyle halk biraz rahat nefes aldı. O devirlerde kendi ülkesinde inandığı değerlerden ötürü suçlu görülen hatta hapislerde yatan, dipçiklenen yaşlı başlı insanlar vardı. Ezan’ın asıl metniyle okunması yasaktı. Yasakçı zihniyeti halk, seçtiği kişilerle bitirmişti. Ancak yıllar içinde bunu sağlayan başbakan maalesef devrin mahkemelerinde verilen haksız ve hukuksuz kararlarıyla darağacına gönderilerek bedelini ağır bir şekilde canını teslim ederek ödemiştir.
Bugün şu geldiğimiz nokta, demokrasi târihinde ağır bedeller ödemeye sahne olmuştur. Geçmişte cumhûriyet ismini kullanarak rejim bekçiliği yaptığını iddia eden bürokratik tahakküm sâhipleri, kendi halkını ve değerlerini küçük görerek milleti adam yerine koymazdı. Bugün de ayni şeyi yapmak için, halka meşru gibi görünen dayatmaları, icat ve empoze eden, bir türlü bulundukları yeri terk etmek istemeyen, sâhip oldukları tüm yetkileri milletin gözünün içine baka baka milletin aleyhine kullanan hatta esefle belirtmeliyiz ki kendi halkını yok etme planları hazırlayan bir sistemle iç içeyiz. Bahsedilen geçmişte de vâr olan hak-bâtıl mücâdelesi hep devam etti. Gelecekte gerçek demokrasiyle inşallah devam etmesin. Yapılan münâkaşalar, çekilen sancılar alınan mesâfeyi berâberinde getiriyor. Gerçekten bugün meselelerimizi birbirimizle konuşmada, birbirimizle iletişim kurmada ve birbirimizi anlamada daha bir mesâfe aldığımız kanaatini taşıyoruz. Üç beş uygunsuz münferit misâlin bu genel fikri bozabileceğini düşünmüyoruz. Bundan dört sene önce ‘Başörtüsü’ konusunu ağzına dahi almaya tenezzül etmeyenler bugün oturup bu konuyu karşılarına başörtülü hanımefendileri alarak konuşabiliyor ve onların fikirlerine saygı gösteriyorum, diyebiliyorlar. Bu birbirimizi anlamada önemli bir yaklaşımdır. Biz bunu demokrasi çerçevesinde değerlendirirken abartı olmazsa sanki çağ atlama olarak görüyoruz.
Şimdilik hoş çakalın derken diğer yazımızda ayni hususa devam edelim istiyoruz efendim. Hayırla kalın.