Her zaman ki gibi selam duâsıyla başlayalım efendim bugünkü yazımıza da; ‘Aşk olsun. Aşkınız cemâl olsun. Cemâliniz nûr olsun. Nûrunuz ayn olsun.’
‘Beden candan, can bedenden ayrı değildir. Lâkın kimseye canı görme izni verilmemiştir.’ (8. Beyit)
Bu beyitte Mevlâna Hz. ruh ile beden ilişkisinden bahsetmiştir. Bunu anlatmak oldukça zor bir konudur. Ancak Cenâbı Rabbül Âlemîn’den yardım dileyerek başlamak isteriz. Mesnevi Şerif’te, ‘ney’ ‘beden’e, çıkardığı ses ise ‘can’a benzetilmiştir. Neyin tek başına kamış olarak bir anlamı yoktur. Onu değerli kılan, ona üflenen âdeta içini ruhla dolduran nefestir. Aynen bu şekilde, insan bedenini kıymetli kılan, onun rûhudur. Rûhun kıymeti de, ona üflenerek tevdi edilen, Allah Teâlâ’nın kendi zâtından gelen latif nefhadır. İnsanın şerefi, halifeliği bundan kaynaklanır. İşte insan, kendinde vâr olan bu ruh ile ibâdetlerinden huzur duyarak, Hakk’a yaklaşır. Aynı zamanda insan, Cenâbı Hakk’ın pek çok Esma-ül Hüsnâlarından eser taşır. Meselâ, ‘İlim ve ‘İrâde’ sıfatları ile insan, Hakk’a karşı kader çerçevesinde sorumlu olur. Yine, ‘Hayy’, ‘Basîr’, ‘Hayat’, Semî’, ‘Basar’ esmâları insanda tecelli eder.
Rûhun iki görevi vardır. 1-Rûhu insânî: Bizzat Cenâbı Allâh’ın zâtî rûhu ki, buna ‘rûhî Sultânî’de denir. İnsanın yaratılış cevherinden gelen özüdür. İbâdetler bu ruhla yapılır ve sükûn temin edilir. 2-Rûhu hayvânî: Bu ruh, insanın duygu ve davranış dünyâsının merkezidir. Bedenî hareketlerin kaynağıdır. İnsanın içindeki benlik, yönünü ilâhî âlemlere çevirdiğinde ‘ruh’, süfli âlemlere çevirdiğinde ‘nefis’ ile târif bulur. Nefis için âlimler pek çok şey söylerler. Nefis, yaptığı iş ve gösterdiği icraatlarla, maddeye bağlı bir cevherdir. Kendi, kendisinin farkında olandır, idrakli ve şuurludur, derler.
Nefis; irâde, can, cevher, kalp, ruh hatta benlik diye vasıflanır. Nefis, insanın hayâtını devam ettirmesi için gerekli istek-talep ve duygularıdır. Kuvve-i gadap ve kuvve-i şehevi yönünün merkez çıkış noktasıdır. Ama buna rağmen, nefsin insanın hakikat âlemine yükselmesini temin eden yönü de vardır. İşte insan, bu meleke ile ahlâkındaki çirkin özellikleri mânevî (tasavvufî yollarla) temrinlerle(=alıştırma) düzeltebilir. Nefis öldürülmez, ancak itidal üzere bulunarak ıslah edilir. Nefsin özündeki cevhere yaraşır davranışları, güzel ahlâk oluşturur. İnsan nefsi, tümüyle kötülüğün merkezi değildir. Şeytan ve vesveseleri de, unutulmamalıdır. Kur’ânu Azûmuşşân’da bahsedildiği üzere, nefsin basamakları vardır. İnsanı kötülüklere götürerek, onu cehenneme sürükleyecek olan ‘nefsi emmâre’dir.
Buradan başa dönersek, rûhun kalıbı bedendir, dedik. Ruhta mevcut olan özellik ve güzellikler ve dahi istidatlar, pek tabi bedeni etkiler. Rûhî sultânînin tesiri daha fazlaysa neticede insan güzel ahlaklı, iyi davranışlı olur. Eğer rûhî hayvânî özellikler daha etkinse bu sefer kişide çirkin ahlak tezâhürleri olur. Beden ve rûhun birbiriyle sıkı ilişkisi vardır. Aynen bunun gibi can ve ruh da birbirinden gizli değildir. İkisi birbirinden ayrılmaz. Bir insan ölünce yanında hiçbir sevdiği kalmaz. Neden? Çünkü insanlar birbirlerini bedenleri ile değil, ruhları için severler. Aslında ilim ve amel de birbirinden ayrı değildir. İkisi de aynı gâyeye hizmet eder. Ruhta nûr olmayınca, ana meseleleri bırakıp sebeplere takılı kalır. Yukarda bahsedilen iki nefsin de görevi birdir ama içerde hep nefis ve şeytanın savaşı vardır. O savaşta tekliğe erme yâni birliğe yâni tevhide yâni Hakk’a ulaşma savaşıdır. İlim nefis yolunu aydınlatınca, kalp uyanır, birliğe yönelir.
‘Ruh ile beden iç içedir, birbirinden ayrılmazlar, birinin ayrılması, diğerinin ölümü demektir. İnsandaki can Allâh’ın cevheridir. Bu can ölümsüzdür. Çünkü can insana, ölümsüz olan Allâh’ın rûhundan, özünden intikal etmiştir.
Bu can, iâhî nurdan cevherden gelir. Topraktan gelen beden fânidir. Allah’tan gelen can ise bâkîdir. Can, insanın her uzvunda, her hücresinde mevcut olan ilâhî cevher ve görünmez nurdur.
Yüce varlık, kendi varlığından sudur eden bu cana muhabbet besler. İnsanın aşkı da, bu ilâhî muhabbetten kaynaklanır. Allâh’ın rûhu, nûru kendilerinde yoğunlaşmış olanlar, muhabbet merkezi hâline gelirler ve bu sevgi, bu aşk, ilâhî aşkın insan kabından taşması, görülmesi anlamına gelir. İnsanlar, fıtratlarından mevcut olan bu güzellik ve sevgi meyilleri dolayısıyla, pervâneler gibi ilâhî nûra gelirler ve bu nur etrâfında yoğunlaşırlar.
Mürşidi kâmiller, bu nûrun odağı olmuş kişilerdir. Gönül erbâbı da, bu nur odağını, bu nûru gönüllerinde taşıyan gönüldaşlarını tanırlar. Ama herkeste o basiret mevcut değildir. Kur’ânı Kerim’de: “Sana ruhu sorarlar. Sen onlara ruh, Rabb’inin işlerinden bir iştir. Onun ilminden pek az kişiye verilmiştir de.” (İsra, 85) buyurulur. Rûhun, canın ne olup olmadığını lâyıkıyla, kemâliyle bilmeye imkan yoktur. O Allâh’ın zatından gelmiştir ve Allâh’ın zatındaki sırlar gibi o da esrar perdesiyle kaplanmış bir sırrı ilâhîdir. Allâh’ın seçkin ve mübârek kulları, onun ancak birazını anlayabilirler, onu birazcık tanıma şerefine erenler de, Peygamber varisleri olan yüce erenlerdir.’ (Mesnevî-i Mânevî Şerhi-İlk 1001 Beyit, Hüseyin TOP, Konya, 2008)
Cumânız mübârek olsun.