“Arif Nihat Asya, Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin vazgeçilmez burçlarından biridir.” Mustafa Miyasoğlu
Müstesna insanları, abide şahsiyetleri anmak, gönle hoş esintiler getiriyor ve zannederim bir vefa borcunun da gereğidir.
Bu güzide şahsiyetlerden biri olan Arif Nihat Asya’yı, ünlü felsefecilerimizden Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay’ın “Merhum Arif Nihad Asya İle İlgili Bir Hatıra” isimli yazısıyla yeniden dile getirelim:
“Arif Nihat Hoca’yı, Bayrak şiirinden dolayı 1950 senesinde tanıdım. Konya Karma ortaokulda İsmail Çöriş adında o zaman 16 senelik bir müdürümüz vardı. Bu zatın millî duyguları kuvvetli olduğu için bu duyguyu okul öğrencilerine de kazandırmak endişesindeydi. Bu sebeple her cumartesi günü öğleyin okul tatile girince bayrak merasimi için toplanıldığında müdür bey, İstiklal Marşı okunmadan önce birinci sınıftan Güler adında bir kızı pencerenin sekisine çıkarır; oradan mutlaka her cumartesi Bayrak şiirini okuturdu. O kıza babası şiir ezberletmiş, el kol hareketlerini de yerinde kullanarak öyle güzel okurdu ki, herkes zevkle dinler, mest olurdu.
1956 senesinde liseyi bitirip Ankara’ya gelince Türk Ocağı umumî merkezinde merhum Arif Nihat Hoca’yı tanıdım. Zaman zaman sohbetlerinde bulunduk, şiir günlerinde şiir okurdu. Zaten onun şiirlerini umumiyetle İbrahim Metin okurdu. Onun Fetih Marşını ve diğer şiirlerini umumiyetle İbrahim’in güzel okuyuşundan dinlemek ayrı bir zevk idi.
Bu seyir ve münasebetler içinde Arif Nihad Hoca’yı yakından tanımak fırsatını elde ettim. O da beni oldukça yakından tanıdı. Yanılmıyorsam üç defa da hane-i saadette ziyaret ettim. Galiba bir ziyarete Yavuz Bülend Bâkiler ile gitmiştim. Refikası Hanımefendi’yi ve oğlunu da evinde tanımak fırsatı olmuştu(…)
1961 senesinde fakülteden mezun olunca Eylül ayında Sivas-Yıldızeli/ Pamukpınar öğretmen okuluna tayinim çıktı. Vardığım gün okul müdürü beni ayniyat müdür muavini tayin etti. Zaten okulda fakülte mezunu olan tek öğretmen bendim.
Okulda bekâr öğretmenler bir evde kalıyorduk. Bu öğretmenler arasında Gazi Eğitim Enstitüsü resim bölümü mezunu bir resim öğretmeni vardı. Bu öğretmen öğrencilerine kendisini sevdirmiş, iyi resimler yapmaları için canla başla çalışan bir kişiydi.
Sene boyunca yaptırdığı güzel tablolardan bir kısmını seçerek bir koleksiyon hazırladı ve bunları Ankara’da haziran ayında okulun sergisi olarak sergilemek istedi. İsteği okul idaresi tarafından da kabul gördü; Bakanlığa yazıldı, izin alındı, Namık Kemal Ortaokulu’nun salonları tahsis edildi. Tabloların paspartusu ve çerçeveleri hazırlandı. Diğer hazırlıklarda tamamlanmış oldu ve hareket gününe ulaşıldı.
Haziranda Ankara’ya gelindi. Ben de görevliydim. Okulda öğretmenin ve birkaç öğrencinin iki günlük gayreti ile sergi açılışa hazırlandı. Okul müdürleri ve bir kısım öğretmenle sergi açıldı.
Fakat hayret!.. Allah’ın bir kulu gelip de sergiyi ziyaret etmiyordu. Sergi duyurulamamıştı. Tanıdık gazeteci yoktu. Sadece Ankara radyosu vardı, orada da tanıdık yoktu. Televizyon zaten kurulmamıştı. Herkes şaşkın ve üzgündü. Kara kara düşünülmekteydi, ağızları bıçak açmıyordu. Dokunulsa ağlanacaktı.
Bu ağır havayı dağıtmak için ben dedim ki, keyfinize bakın ben bu işi hallederim. Okul müdürünün odasına geçtim, yanımda telefonu zaten vardı, beni de zaten tanıyordu. Arif Nihad merhumu evinden aradım. Sabah vaktiydi. Evden çıkmamış olabilirdi. Nitekim tahmin ettiğim gibi oldu. Kendimi tanıttım, arz-ı hürmette bulundum. Beni hatırladı. Kendilerini ziyaret etmek istediğimi söyledim, müsait olup olmadıklarını sordum. Müsait olduğunu söyleyerek beni kabul etti. Evi yanlış hatırlamıyorsam, o civara uzak değildi. Ben tekrar hürmetlerimi sunarak söze başladım, meseleyi vaz’ettim ve kendilerinden sergimizi ziyaret etmelerini istirham ettim. Derhal kabul etti. Kahve ikram ettiler, içtikten sonra beraberce çıktık; Arif Nihad Bey sergimizi teşrif ettiler.
Bu arada şunu kaydetmeden geçmeyeyim: O sırada Gökhan Evliyaoğlu ve Hami Tezkan, Habip Edip Törehan’ın çıkarmakta olduğu “Yeni İstanbul” gazetesini satın almışlar ve Türkiye’nin en büyük, en kaliteli ve en çok satan fikir gazetesi haline getirmişlerdi. Rahmetli Galip Erdem gibi Arif Nihad Hoca da o gazetede günlük fıkra yazarlığı yapıyor ve çok güzel yazılar yazıyordu. Bilhassa kaliteli sanat hareketlerini ve Cemal Tollu gibi kaliteli ressamları, sanatkârları tanıtan yazılar yazıyordu. Hocayı ziyaret etmek isteyişimin asıl sebebi onun sergimizi ziyaretini temin etmekti.
Sergiyi uzun süre ve çok dikkatli bir şekilde, her tablo hakkında bilgi alarak gezdi. Aynı zamanda eski eski harflerle notlar aldı. Yanılmıyorsam iki saat kadar vakit ayırdı.
Ertesi günkü gazetede Hoca sergi, Pamukpınar öğretmen okulu resim çalışmaları hakkında tadına doyulmaz sitayişkâr bir yazı yazmak lütfunda bulundu. O güzel üslubu ve çarpıcı benzetmeleri ve ifadeleri ile yazı bir harika idi. Hoca öğrencileri, tablolarını ve öğretmenleri ve okulu övmekte, takdir duygularını belirtmekte ve teşekkür etmekteydi.
Artık yüzler gülüyordu. Üstâdı sadece şiirlerinden tanıyanlar veya hiç tanımayanlar onun nasıl güzel bir insan ve yüce bir sanatkâr olduğunu fiilen tanımışlardı.
O gün sergi ziyaretçilerle doldu taştı. Bu hal bir hafta devam etti. Biz de üstada bir daha teşekkürlerimizi, minnet ve şükran duygularımızı arz etme fırsatı bulduktan sonra “ferah fahur” bir şekilde Pamukpınar’ın yolunu tuttuk. Üstada sonsuz rahmetler niyaz ediyorum. Bu güzel hatırayı da bilinsin istediğim için sizlere de nakletmeyi de bir borç bildim. Allah’a emanet olasınız.” (Türk Yurdu Dergisi, Kasım 2011, Sayı: 291, s. 341-342)
***
Bir dayanışma ruhunu, eğitim sanat sevgisini aksettiren, pek çok yönden okunabilecek bu anıdan sonra; Büyük Şair’le alâkalı bir başka konuya geçelim.
Onun Kıbrıs’ta da bir öğretmenlik hayatı vakiydi ve sanatkârlığı yanında mükemmel bir hocaydı.
Araştırmacı Yazar Taner Ay, “Edebiyatımızda Unutulanlar ve Kaybedenler 2” kitabında, Kıbrıs Türk Edebiyatı’nın, 20 yaşında Rumlar tarafından şehit edilen önemli sayılan şairlerinden Süleyman Ali Uluçamgil’den ve hocalarından bahseder:
“Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu 16 Ekim 1959 T’li ve 4/ 12326 S.’lı kararıyla Kıbrıs’ta 30 öğretmeni görevlendirmişti. Onlardan biri de Arif Nihat Asya’ydı. Arif Nihat Bey, 24 Kasım 1959 günü Lefkoşa’da göreve başladı. Türkiye Lefkoşa Büyükelçiliğinin 4 Ağustos 1961 T.’li ve 668211 S.’lı yazısıyla Kıbrıs’tan ayrılana kadar da Lefkoşa’da öğretmenlik yaptı. Arif Nihat Asya öğrencilerinden bilhassa Süleyman Ali’yi çok severdi. Kıbrıs’tan ayrıldıktan ve öğrencisi Süleyman Ali’nin şehit düştüğünü öğrendikten sonra onun için okuyanın ruhunu acıtan bir rubai de yazmıştır.” (Ötüken Yayınları, 2023, S.259-260)
“Sık sık iki gözümün bir tanesi” dediği Uluçamgil için yakılan bu rubaiye; doğumunun 100. Yılı için hazırlanmış Türk Edebiyatı Dergisi’nde rastladım, Erol Ülgen “Arif Nihat Asya’nın Hayatından Bir Kesit: Kıbrıs Günleri” nde bahsediyor:
“ Ey yolcu, dönüp şu eğri yoldan soluna
Kardeşleri gör, uğrayarak Dağyolu’na…
Derlerse: “Süleyman Uluçamgil nerde?”
Dersin ki: “Onun, girdi melekler, koluna!...” (Türk Edebiyatı Dergisi, “Türkçe’nin Bayraklaşan Şairi ARİF NİHAT ASYA”, Özel Sayı, Ağustos-Eylül: 2004, sayı: 370-371, S. 86)
***
Maneviyat derinlikleriyle, gönül ihtişamıyla dikkat çeken, “Ben Mevlâna’ya kül halinde, yani bütün halinde teslim olmuş birisiyim” diyen Naat Şairinin, bu tarafını da bir mektubunda ‘Arayacaktın, aramadın; gelecektin, gelmedin kadınım. ‘Hastanı bırak da gel’ demeye dilim varmaz. Fakat hastan bir değil kadınım” dediği çok sevdiği eşi Servet Hanım anlatıyor:
“Arif aynı zamanda bir Mevlevî şeyhi idi. Kendisi Üsküdar Mevlevihanesi postnişinlerinden Remzi Akyürek’ten el almış, dervişlik yolundan geçmiş, sonra manevî yollarla kendisine şeyhlik, yani irşad edicilik makamı verilmişti. Yüzden fazla müridinin olduğunu sanıyorum. Bunlardan bir kısmı eve gelirdi. Bir kısmını da kendisi ziyarete gider, onlara Mevlevîliğin erkânını anlatırdı. Mevlâna’ya ve Yunus Emre’ye hayrandı. Mesnevî ve Divan-ı Kebir, elinin altından, başının altından eksik olmazdı.” ( Özcan Ünlü, “Arif Nihat Asya İçin Ne dediler”, Türk Ede. Arif Nihat Asya Özel Sayısı, 2004, S. 102 )
Değerli Kalem Muhsin İlyas Subaşı’nın “Mevlevî Arif Nihat Asya” başlıklı makalesinde belirttiği gibi:
“Kendisine, bayrağın ne ifade ettiğini sorduğumda, cevabı ilginç oldu: “Bu, sevgidir. Ancak bu sevgi, soysuzların yozlaştırdığı cinsten değildir. Kaynağını Allah’ta bulur. Sevdiğini Allah için sever.” (Türk Edebiyatı, Arif Nihat Asya Özel Sayısı, S. 60)
Rahmetle muhabbetle anıyoruz. Ruhu şâd olsun.