Hastalık, ölüm başkasına gelir daima. Başkalarının çocuğu madde bağımlısıdır mesela, serkeştir, hırsızdır, zekâ sorunu vardır çokca.
“Benim kocam, babam, ailem, asla böyle bir şey yapmaz. Sülâlem de ayrık otları, kötü huylular, fesad çıkmaz kat’a”
“Yanlışınız var, yakınım C… kimseyi istismar etmez, karıncayı dahi incitmez. Siz kendi içinize bakın sayın b(ayım)”
Umumiyetle kına(la)yacağımız sayısız olay, kişiler ve hikâye…
Pekiyi, başkalarının bu dehşetengiz, ele güne şenlik, “iyi saatte olsunlar/ dursunlar” hikâyelerinden, vahşii.. bizim dışımızdaki vakalarından yahşii dersler çıkarır; ibret alır mıyız?
Çoğunlukla hayır. Yanlışların uzayıp, akıp gitmesinin, derinleşmesinin sebeplerinden biri de herhâlde budur.
İşimize geldiği gibi, olayları evirir çevirir, inanır, ayıklar, kafamıza yazdığımızı sayıklarız.
Dedikodunun kökeni de bir bakıma, kendimize tanıdığımız bu ayrıcalık, üstünlük duygusu değil midir?
Bizden uzak olan hataları, kafasızlık ve günahları; hep diğerleri yapar durur.
Hatalarımıza sürekli mazeret payı çıkarır, geniş bir anlayışla karşılarken; ötekilerin sırtına, bagajına da günah, suç, diri diri gömmeye(!) yetecek kadar kara çalar, boşaltırız.
Bu ulvî meziyetlerimiz, faziletimiz ve ederimiz münasebetiyle; “akil” olarak sık sık nasihat verir, çevremize tavsiyelerde bulunur, yol, edep erkân gösteririz.
Çünkü kendimiz bu küçük meseleleri çoktan halletmişiz, arınmış yunmuş yıkanmış, diplomamızı, icazetnamemizi asumana asmışızdır.
Mevkiler, güzel sıfatlar, fiyakalı etiketler, y/apıştırma yakıştırmalar her dem zâtımızadır.
…
Başkalarının hikâyelerini okumak bazen kolay olabilir, lâkin kendi hikâyemizi doğru dürüst hecelemek, yazmak herhalde zordur.
Ötekiyle karşılıklı bakışır, yazışır dururuz; okur yazar(!) birbirine karışır. Görünmez sayfalar birbirine dolaşır.
Kimi hikâyeler kavgacıdır, sesi fazla çıkar, çığırtkandır, başına bir sürü adam(!) toplar.
Sessiz çığlıklı hikâyecikler, göze görünmez ağlar.
Karşı da neyi görüp görmediğimize, gösterilene, önemsediklerimize, bilgi ve algı derecemize bağlı olarak; hikâyeleri okuma biçimimiz de değişir belki.
Ama önemli olan şahsımıza biçtiğimiz roldür. Baş aktör, başkahraman, baş(lık) olmak dileriz.
“Baaşş başş(!)” diye diye de gideriz.
…
Diğer yandan, ötekinin berikinin, haricin hikâyelerine ihtiyacımız vardır. Yoksa dolap beygiri gibi, kendi çevremizde, kapalı bir dairede döner dururuz.
Başkasının hikâyesi bazen, bizim s/avunma ihtiyacımızı karşılar; eksiğimizi gediğimizi kapatır, mühim hissettirir.
Hikâyeler çarpışır, çakışır, uzar dolaşır, yılan hikâyesine dönüverir veya birden apansızın bu dünyada bitiverir.
Ömrü(!) kısadır; bazı yaldızlansa, tepelere konsa da, genellikle unutulur, uçuverir.
Bazen de dibe gömülür ama her hâlükârda nice hikâyeye dokunur, kendi hikâyemize ilmekler atar ve ana hikâyeye bağlanırız.
Bakın ben de mesela, “başkaları” üzerinden size edebiyat(!) yapıyorum.
Ukalaca ve vükelaca(!) lâflar ediyor; heybenizi bedavadan dolduruveriyorum.
Hikâyeler sıralıyorum.
Öykülere sırmalar, uçurtmalar, kuyruk ve kulaklar takıyorum.
Sonra da.. Hoşça kalın, hikâyede kalın diyorum.