Ölümsüz hikâyecimiz Ömer Seyfettin’in meşhur hikâyeleri içinde “Başını Vermeyen Şehit” oldukça etkileyicidir.
İki bine yakın muharibi olan düşman, elçi göndermiş, içinde hepsi 113 kişi bulunan Grijgal palangasını, zahmetsiz savaşsız teslim almak istemektedir. Bu, bütün olumsuz şartlara rağmen kabul edilemez bir tekliftir.
Başta Deli Mehmet, Deli Hüsrev gibi “..hiç bir nizama, hiçbir kayda, hiçbir zapt u rapta girmeyen, dünya şerefinde gözleri olamayan Anadolu dervişlerinden” iki zatın önderliğinde küstah düşmana saldırılır.
Ancak Deli Mehmet; harp esnasında belki çok arzuladığı mertebeye kavuşacak, şehit olacaktır. Ölüm sahnesi karşısında arkadaşı Hüsrev Bey’in tepkisi ilginçtir. Ömer Seyfettin’den dinleyelim:
“Şövalye atından inmiş, kargıladığı şehidin başını teninden ayırmıştı. Bir anda bu kestiği baş elinde, yine siyah bir ifrit gibi şahlanan atına sıçradı. Kaçacaktı…”
“Deli Hüsrev kalkanını sallayarak, avazı çıktığı kadar bağırdı:”
- Mehmet, Mehmet! Canını verdin! Başını verme Mehmet!
Birden “..kesik başlı şehidin yerden fırladığını gördü. Nefesi tutuldu. Şaşırdı. Bu başsız vücut uçar gibi koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeye yetişti. Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki… Lâin hemen yüksek atından tepesi üstü yuvarlandı. Götürmek istediği baş elinden yere düştü. Deli Mehmet’in başsız vücudu canlıymış gibi eğildi. Yerden kendi kesik başını aldı. Hemen oracığa, yorgun bir kahraman gibi, uzanıverdi.”
Hikâye sembolik anlamlar taşır. Mümin başı, ölü bile olsa kâfir eline geçmemelidir. Diğer taraftan, şehitlere, âşıklara “ölü” denilemez. Hikâye, bu inancın müşahhas örneğidir.
Yazarın, savaş meydanında aktardığı hassasiyeti, kafanın/beynin bir anlamda yüreğin önemini bir başka açıdan yorumlayabiliriz.
Gövdesinden kopuk, en mühimi yabancı ellerdeki, çekip çevrilen mankurtlaştırılan başlar, devasa problemlerimizdendir.
Aydınımız başını vermiştir; bazen de BAŞ’ımız… Mehmetçiğin başıysa kalmamıştır.
Baş(lık) meselesi önemlidir. Kafamıza neleri, kimleri geçiririz?
Sokaklarda başsız adamlar gezmektedir. Top gibi oynanmaktadır şer güçlerce.
Ve belki de bilimsellikle, bazı kavramlarla doldurulduğu varsayılarak, beyin gramajının arttığı, şişkinleştiği görülmektedir. Hâlbuki bu bozuk kafa ağırlığı sunidir.
Bazen düşmanın “ganimet” diye tuttuğu, manevî olarak kesilmiş, ütülmüş, yitik kafalar uzanır gözümde. Başlar, harp meydanlarında yığılır üst üste.
BOP’lar, beraber yürünen yollar şiir gibi dillerde.
Dua edelim, “Irak” ellerde bile aman Amerikan askerine bi şeycikler olmasın. Allah kem gözlerden saklasın, “nazar değmesin” de.
1 dakika değil, 40 yıl 40 saat korusun sınırlarımızı İsrailliler de.
Çuvallar boy boy dizi dizi. İkiz kuleler mukabili, çıplak bedenlerden insan kuleleri; kafalar cenderelerde hapislerde.
Hurafeler, kara propagandalar alır götürür bizi. Tezgâhlar iç içe.
Modern Haçlıların ayak izleri, kördüğüm çiğnenmiş kötürüm zihinlerde.
Derken en umutsuz anda Deli Hüsrev gibi biri çıkar. Çürük kalpler itiraz etse, engellemek istese de:
“Mehmet, Mehmet! Canını verdin! Başını verme Mehmet!
Haykırışı yüzyıllar ötesinde.
İki bine yakın muharibi olan düşman, elçi göndermiş, içinde hepsi 113 kişi bulunan Grijgal palangasını, zahmetsiz savaşsız teslim almak istemektedir. Bu, bütün olumsuz şartlara rağmen kabul edilemez bir tekliftir.
Başta Deli Mehmet, Deli Hüsrev gibi “..hiç bir nizama, hiçbir kayda, hiçbir zapt u rapta girmeyen, dünya şerefinde gözleri olamayan Anadolu dervişlerinden” iki zatın önderliğinde küstah düşmana saldırılır.
Ancak Deli Mehmet; harp esnasında belki çok arzuladığı mertebeye kavuşacak, şehit olacaktır. Ölüm sahnesi karşısında arkadaşı Hüsrev Bey’in tepkisi ilginçtir. Ömer Seyfettin’den dinleyelim:
“Şövalye atından inmiş, kargıladığı şehidin başını teninden ayırmıştı. Bir anda bu kestiği baş elinde, yine siyah bir ifrit gibi şahlanan atına sıçradı. Kaçacaktı…”
“Deli Hüsrev kalkanını sallayarak, avazı çıktığı kadar bağırdı:”
- Mehmet, Mehmet! Canını verdin! Başını verme Mehmet!
Birden “..kesik başlı şehidin yerden fırladığını gördü. Nefesi tutuldu. Şaşırdı. Bu başsız vücut uçar gibi koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeye yetişti. Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki… Lâin hemen yüksek atından tepesi üstü yuvarlandı. Götürmek istediği baş elinden yere düştü. Deli Mehmet’in başsız vücudu canlıymış gibi eğildi. Yerden kendi kesik başını aldı. Hemen oracığa, yorgun bir kahraman gibi, uzanıverdi.”
Hikâye sembolik anlamlar taşır. Mümin başı, ölü bile olsa kâfir eline geçmemelidir. Diğer taraftan, şehitlere, âşıklara “ölü” denilemez. Hikâye, bu inancın müşahhas örneğidir.
Yazarın, savaş meydanında aktardığı hassasiyeti, kafanın/beynin bir anlamda yüreğin önemini bir başka açıdan yorumlayabiliriz.
Gövdesinden kopuk, en mühimi yabancı ellerdeki, çekip çevrilen mankurtlaştırılan başlar, devasa problemlerimizdendir.
Aydınımız başını vermiştir; bazen de BAŞ’ımız… Mehmetçiğin başıysa kalmamıştır.
Baş(lık) meselesi önemlidir. Kafamıza neleri, kimleri geçiririz?
Sokaklarda başsız adamlar gezmektedir. Top gibi oynanmaktadır şer güçlerce.
Ve belki de bilimsellikle, bazı kavramlarla doldurulduğu varsayılarak, beyin gramajının arttığı, şişkinleştiği görülmektedir. Hâlbuki bu bozuk kafa ağırlığı sunidir.
Bazen düşmanın “ganimet” diye tuttuğu, manevî olarak kesilmiş, ütülmüş, yitik kafalar uzanır gözümde. Başlar, harp meydanlarında yığılır üst üste.
BOP’lar, beraber yürünen yollar şiir gibi dillerde.
Dua edelim, “Irak” ellerde bile aman Amerikan askerine bi şeycikler olmasın. Allah kem gözlerden saklasın, “nazar değmesin” de.
1 dakika değil, 40 yıl 40 saat korusun sınırlarımızı İsrailliler de.
Çuvallar boy boy dizi dizi. İkiz kuleler mukabili, çıplak bedenlerden insan kuleleri; kafalar cenderelerde hapislerde.
Hurafeler, kara propagandalar alır götürür bizi. Tezgâhlar iç içe.
Modern Haçlıların ayak izleri, kördüğüm çiğnenmiş kötürüm zihinlerde.
Derken en umutsuz anda Deli Hüsrev gibi biri çıkar. Çürük kalpler itiraz etse, engellemek istese de:
“Mehmet, Mehmet! Canını verdin! Başını verme Mehmet!
Haykırışı yüzyıllar ötesinde.