Dr. Ayşegül Erdoğ, aşk diliyle konuşan, gönüllere hitap eden münevver hanımefendilerimizden...
Birbirinden değerli eserleri de olan Ayşegül Hanım; her Perşembe saat: 15.15- 17.00 arası, Şehitlik Anıtı yanındaki Konya Kültür Evi’nde “Mesnevî Dersleri” veriyor. Geçtiğimiz hafta beraberdik.
O güzel sohbetten demlenenleri, bendeki eklentilerle birlikte sizlere kısaca aktarmak istiyorum. Fakat gidip görmek, dinlemek, meyveyi nasibince bizzat devşirmek lâzımdır. Suyunun suyu………….. suyuyla idare/iktifa edilmez.
Sırtını Allaha dayayan, ruh cevherini koruyan kişi, baktığında Hak’dan gayrisini görmeyen, Allah’ın rengiyle boyanmış er’ler, doruğunda marifetullah’a erenler; mahzun olmaz, korkmaz, bir anlamda yenilmez. Onların yüzü düşmanı yakar, perdeleri yırtar.
Bir “Çobana” benzeyen Peygamberler, gözü pek yol göstericiler; özel yaratılmışlardır. Bilhassa Peygamberlerin dünyaya geliş gayesi; sırf Allah’ın dinini tebliğdir. Onlar getirdikleri cihanşümul fikir, taşıdıkları ebed mânâlarıyla, kutlu yükleriyle; eski alışkanlıklara, bozulmuş dinlere, bidatlere saldırdılar. Yüzünü dört cihete çevirmeleri, “Mukaddes Rehberimiz” gibi, çağlara hitap etmelerine rağmen; mefkûrelerine bağlılıkları, Allah davasından taviz vermeyişleri bakımından yumuşak değil “sert yüzlüydüler”. Kararlı ve azimliydiler.
Peygamber Efendimiz, batılın hâkim olduğu devirde geldi. Başlı başına bir âlem, fikir ve ebediyet soluğu olarak, temsiliyet noktasında, bir anlamda tek başına cihat etti.
İnsan “avcı” gibidir. Mülk Âlemi’nde arayış içindeyiz. Nefs(dünya) düzenine(tuzağına) karşı, eski düzenlerimizi yıkıp, yeni bir nizam kurmalıyız. İnsan kendini hakikî zannetmesine rağmen; “gölge varlıktır”. İşte; biricik hakikî varlığa, yani Allah’a kavuşma arzusudur Avcılık. Postu(bedeni, eşyayı, fanîyi) atıp; Dostu giymektir… Mutlak Hakikatin izini sürmek, canını vermektir.
Gaflete düşüp, Allah’tan habersizleşince asıl; gerçek kimsesiz ve yalnızlar, daha kötüsü ölülerizdir biz...
Dünyada çeşitli imtihanlara, meşakkatlere maruz kalırız. Masivadan uzak kalmak ve tekâmül için bu denenişler gereklidir. Dünya, Cennetimiz değildir; Hak’tan ayrıyız, mahzunuzdur. Kulluk hüznü bize yaraşır. Makbul olmak, dünya mihnetini; “emaneti” herhalde nasıl taşıdığımıza da bağlıdır. Ki Allah’ın rahmeti gazabını geçmiştir. Kahır ve lütuf birbirini takip eder.
Benlikten kurtulabilmek için çok acı çekeriz. Hırs ve tutkular, alışkanlıklarımız, ananelerimiz bize yapışmış, tabiatımız olmuş, birikmiştir. Hâlbuki “çıplak ayakla, hayat sermayen olan şeyleri bırakarak, dünyadan kurtularak, bana gel” buyurmuştur Ulu Allah.
Bizi durmaksızın aşağılara çeken Nefs; her şeye rağmen katıdır, inatçıdır, direnir. Mevlâna Hazretlerinin meşhur “nohut” hikâyesinde; nohut yukarı sıçrar, şikâyet eder, ateşten kaçmak ister. Hâlbuki işin sonunda hayvanlıktan vazgeçip, gıda haline gelecek, parçalıktan kurtulup, insanla birleşecek, tümleşecektir.
Hak’tan kaçış nifaktır. Terbiye, biçimlenme ateş(ıstırap) gibi bir vasıtayla da gelir. Hamlıkta direnip, kafa tuttukça, kaynama artar. Esasen Allah, insanı rahmeti yüzünden sınar. Belânın en olgunu, peygamberlere, en sevdiklerine gelir. Derdin ağırlığı nispetinde, kişi Sevgiliye yakınlaşır erişir.
İnsan kendine zulmeder. Benlik; dini bile kendi adına, hallerini doğrulamak, enaniyetini gerekçelendirmek için kullanabilir. Kahır onun için verilir. Ama neticede yıkanma, arınma sağlanır.
Her şeyini kaybettiğin, bıçak sırtında durduğun bir anda, devran döner; müjdeler alır, dayanırsın, mânâlar süzülürken onarılır, dirilere karışırsın.
Dünya gelgitlerin, zıtlıkların, çelişkilerin, bulanma ve direnişlerin hikâyesidir biraz da. İnişe geçebiliriz; oysa her yükseliş bir tattır. Ki farklı kılıklardaki nefsi tanımak ve yenmek de ayrı zevktir. Bedenin gelişmesi de bir “tattır”, bedenin yanması da…
Gelişim; gölge varlıktan kurtulma, ölmeden evvel ölme sırrına erme, tat almayla mümkündür.
Gerçek lezzet, teslimiyettedir. Kahrın da “Sahibini” görmededir. Beyhude sorulardan, gönül denetiminden uzak kuru aklın sorgulamalarından, hesaplardan azade, “Halilim” diyen Rabbe, İsmail gibi boynunu uzatabilmektir. Yahut İbrahim olup, nefsini kurban edip, kesebilmektir. Bir türlü ulaşamadığımız gökyüzüne, yüceliklere çıkaracak olan Allah’ın ipine sarılmak ve sadece O’na güvenmektir.
Sırf dünya iplerine yapıştığımızda, yani “ipsizlikte” alaşağı olur, kuyuya düşeriz. Yine “Sevdasızsak”, İp bize ne yapsın? Aşksızlık bahsi, mühim bir açmaz, meseledir.
Hâlbuki Allah, Âdem’e kendi ruhundan üfledi, can verdi. İsimleri öğretti, İlâhî Sıfatlarla bezedi. Kapılar, pencereler, köprüler açarak davet eyledi…
İnsana diğer varlıklardan farklı bir “hareket” vererek, yalnızca dışı mamur değil; içe dönük eylemle(aşkla), gönlünü de inşâ etti(rdi).
Şehitler gibi timsaller; Varlığına türlü işaretler, deliller gösterdi. Maddîlikten sıyrılmış, ruhları müstakil veliler, toplum rehberleri, öncüler gönderdi.
Onlar sözleriyle tecessüm etti, fikirleriyle yürüdü, sonsuzluğa erişti. Müessir bir kuvvet, devasa bir kalp hareketi olarak; Hz. Mevlâna ve benzerleri gibi zirvelerden, zamana seslendi, derinliklerde enginlerde yürekleri besledi, büyüme sırlarıyla nakışlayıp biteviye işledi işledi.