Efendim yazılarımıza selam duâsıyla başlayalım istiyoruz: ‘Aşk olsun. Aşkınız cemâl olsun. Cemâliniz nûr olsun. Nûrunuz ayn olsun.’
Mesnevi Şerif’in 2.beyitiyle devam edelim efendim inşallah bugünkü yazımıza.
‘Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryâdımdan, Erkek de üzülüp ağlamış, kadın da ağlayıp inlemiştir.’ (Beyit. 2)
Mesnevi’de bilindiği üzere, sıkça neyden, ayrılıktan bahsedilir. Bilhassa ilk 18 beyitte, temel esas bunun üzerine kuruludur. Bu beyitte Mevlâna Hz. kamış kendi asli vatanında kendi gibi olan yârenleriyle, huzur içinde yaşarken, koparılarak oradan ayrılmıştır, diyor. Hatta bununla da kalınmamış, kamış üzerinde pek çok üzücü işlemler yapılmıştır. Önce bıçakla altı üstü kesilmiş, içi boşaltılmış dahası üzerine delikler açılmış, yetmedi, ateşle dağlanarak demir halkalar takılmıştır. Bunca zulüm, eziyet ve çile ameliyelerinden sonra, neyzenlerin elinde güzel sesler çıkaran bir musiki âleti olmuştur. Ancak onun bu acıklı halleri yaşaması, onu feryâdu figan ederek ağlatmış, inletmiştir. İşte neyin bu hicranlı hikâyesi kadın-erkek cümle âlemi de, kendisiyle birlikte ağlatmıştır. Tabi burada aslolan hikâyenin hikmet boyutudur. Zâten mesnevîdeki esrar, anlatılanla neyin kastedildiğidir.
‘Kamışlıktan maksat, tevhid mertebesi ve rûhâniyet âlemidir. Ârif, ‘Allâh’ın emrinin yüce gereği, ben rûhânî âlemden ayrı düştüm, bu ayrılıkla, dünyâya hicret ettim. Dünyânın bütün elemlerine arkadaş oldum. O günden beri sesimden ve figânımdan erkek-kadın kim varsa benimle berâber ağlar ve inlerler,’ demektedir. Bu beyit üç şekilde açıklanabilir;
Kâmil insan rûhâniyet âlemine dâir nükteleri açıkladıkça, onu dinleyenler, kendileri de insan olduklarından, özellikle kendileri de, o âlemin hicran ve ayrılığına düştüklerinden ağlarlar. İkincisi; nefis ve şeytanın baskısı, dünyânın diğer müşkül halleri, insanın çektikleri çeşitli gamları ve kederleri işiten erkek ve kadın kim varsa merhametinden ağlar. Üçüncüsü; zayıf bir çocuk dünyâya geldiği dakikan beri, hastalıklara, gamlara, kederlere ve cefâlara tutulmuş olduğunu kendi dilince, ağlayarak anlatmaktadır. Anne ve babası, yumuşak kalpleriyle onu dinledikçe gözyaşı dökerler. Ciğerpârelerinin bu hâline merhamet gözüyle bakarlar.’ (Abidin Paşa, Mesnevi Şerhi, Sâdeleştiren: Mehmed Said Karaçorlu, İst, 2007, İz Yayıncılık. s.18)
Yüce bir maksat üzere yaratılan insan, yücelikler âlemi olan ruhlar âleminde Cenâbı Hak ile berâber huzur ve saadet içerisindeyken, dertlerin, sıkıntı ve problemlerin dünyâsına getirilmiş, bundan dolayı öylesine yanık bir hicrana boğulmuştur ki, onun feryâdu figânı, yanık yanık sızlanmaları herkesi de, aynı hâle dûçar kılmıştır. Evet, devam edelim üçüncü beyite;
‘Ayrılıktan parça parça olmuş bir göğüs istiyorum. Ona hasret derdinin ne olduğunu söyleyeyim.’ (Beyit. 3)
Dünya problemleriyle yoğrulan, dertleriyle bunalan insan, asıl derdinin ne olduğunu bilmeden zihni yalnızca dünyâya ve içindekilere takılı olarak yaşıyor. Sanki âdeta dünya sarhoşluğu içerisinde, dünyâya gelmedeki mânâdan çok uzak bir hayat sürdürüyor. Halbuki asli vatanı vuslat âleminden kopan insanın üzülüp, yanıp yakılmasını, ancak kendi gibi, bu hakikatin idrakında olanlar anlayabilir. Yoksa dünya derdiyle hemhal olanlar, bunları anlayamazlar. Hani Nasreddin hocanın güzel bir sözü vardır, ‘Damdan düşen, damdan düşenin hâlini anlar.’ Diye işte tam da bu söz buraya uygun olur.
İnsanın yaşadığı ayrılık acısı, ‘Hak aşkı’dır. Ancak zihni ve kalbi maddeyle dolu olan insanın derdi, dünya ve onun meşguliyetleri olduğundan, rûhâni boyutlu insanın ‘Hak aşkı’ derdini anlamıyor, idrak edemiyor. Halbuki ayrılık acısıyla dopdolu olan böylesi bir yürek, şerha şerha yarılmış, paramparça olmuştur. Dolayısıyla onun gibi bir derdi olan kendisinin derdini anlayabilir. Zira dertli, dertlinin hâlini en iyi anlayandır.
İnsan, hayâtı yaşarken, her an zikir hâlinde olarak, Hak Teâlâ’yı yüreğinde hisseder. İnsanın dünyâdaki zikri bittiğinde, vuslata erer. Ölüm, ölen için güzelse, ona ağlamak gereksizdir. Hakikatte insanlar ölenlere değil, geride kalanlara ağlar. İnsan, eninde sonunda, kendi derdinin AŞK olduğunu anlaması, ne güzel olur! Pek tabi bu aşk, ilâhî aşktır. İnsanlar, asıl dertlerinin aşk olduğunu idrak ederek yaşasa, iki cihan saadetine erişebilir. Şurası bir hakikat ki, aşk ve dert birbirini tamamlar. Eğer kendimize dert ortağı seçeceksek, derdi olanı seçmemiz gerekir. Tok bir insan açlık çekenin hâlinde elbette anlamaz.
Kalbi ayrılık acısıyla parçalanmış bir insan, karşısındakinde aynı hisleri uyandırmak için yüreği kendisi gibi Hakk’a muhabbet ateşiyle yanmış kişileri arar. Kişinin aşkı yaşaması için, mutlaka ‘ayrılığı’ yaşaması lâzımdır. Hatta bu ayrılık onu ciddi şekilde etkiliyorsa, onun âdeta ciğerleri paralanır. Kişinin aşkı nispetinde, yüreği yaralıdır. Ayrılık, iç yangınını gerektirir. Bunların sonucunda, gerçek ayrılık (Rabb’inden ayrılık) acısı anlaşılabilir. Şu kesin ki, dert ve sıkıntılar, insanı olgunlaştırır. Olgun olan, her şey güzeldir. Ham olan şeyler güzel olmaz. Olgunlaşan insanın, bağrı yanıktır. Sahte ayrılıklar zaman tüketir, hakiki ayrılık ömrü bereketlendirir. Şöyle bir geniş çaplı düşünelim, biz neden ayrıldık? Ruhlar âlemindeki ayrılık frekansında, insanlık güzel bir âlem yaşıyordu. Oradan koparılıp, bu dünyâya ağlayarak geldik. Peki, neden ağladık? Çünkü güzel bir âlemden, kötü bir âleme geldik.
Vuslata ve ayrılık acısını tatmaya yönelik şu misal de, mânidardır. Rabb’in kapısını ‘ben’ diye çalamazsın. Dost dostuyla hemhal olmak için kapısına gittiğinde; ‘Kim o?’ diye sorar, o da; ‘Ben’ diye cevap verir, fakat kapı açılmaz. Dostu gider, kapının neden açılmadığına dâir kafa yorar, düşünür, epey bir ayrılık çeker. Dolanır durur, ayrılık ateşiyle yanar, kavrulur ama neticede olgunlaşır. Bir sene sonra tekrar dostunun kapısını çalar. Kim o? Dendiğinde bu sefer; ‘ben’ değil ‘sen’ der. İşte o zaman kapı açılır ve vuslat yaşanır.
Hakiki aşkı idrak etmek, vuslata ermek duâsı ve niyazıyla… Hayırlı cumâlar dilerim.