Ayrılık ve acı okumaları

Hüzeyme Yeşim Koçak

İnsanları, hayatları ayıran duvarlardan bile sızan şen gülüşleri aklıma geliyor. Çocuksu saf yüzü, buna mukabil cin gibi zekâsı. Kahveli sohbetlerde bilgece paylaşımları.

Günün bir saatinde dumanı üstünde bir kap yemekle, türlü yiyecekle, zarifçe zile dokunmaları, sonra kıkırdamalarımız.  Bazen zincirleme ikramlarımız. Cömertliğinden taciz ederdi.

Kiminde zevkle boşalttığımız tabağına, geri verirken yeni yayınlanmış bir kitabımı koyuverirdim. Kolay hediye.

İçim hüzünlü. On iki senelik komşum, başka bir şehre taşındı. Kapısından, aydınlık penceresinden şimdi elemli bir soğuk, karanlık süzülüyor.

Cıvıltılı sesini duyup ısınmayacağım artık. Bazen ayak sesleri teselli olmayacak. Sessizlik konuşacak.

Kapının önüne her zaman bıraktığı terliği yok. Tatile çıktıklarında da kalırdı, ev işliyormuş havasında.

Şimdiyse anılardan, kederli eşyalardan başka götürdüğü bir şey bulunmuyor.

  Bir sürü dolap yaptırmış evine. Çoğumuz gibi bir emniyetle, sahiplik hissiyle yayıldıkça yayılmış. Eşyalar, eşyalar, şeyler…

Türlü insanlık halleri. Şartların oluşmasıyla aniden evden, malik sandığımız el’den çıkılmış. Yapan, çeken, eden ellerimiz herhalde bizim değil. Azaların, varlığın da bir hükmü yok.

Daha üstünleri olsa da ayrılıklar daima acı mı?

 Kendimizi hep “başrolde” hissetmemizin gereği mi bu ıstırap, geçicilik duygusu, sürekli geride bırakılanlar. Zekâ, güzellik, sağlık, makam, evlat, hareket, süre ZAMAN… Yoksa dünyaya yüklenilen rol gereği mi?

 Ayrılığı; başka geri çekilişleri, yoksunlukları hatırlatıyor ve bırakılan izleri. Onunla geçmiş bir zaman dilimi bundan böyle hatıralarda.

Yeni hayatı hayırlı, uğurlu, kutlu olsun. O yeni evini de dolduracak, ışıldatacak, güçlü bir kadındır bilirim.

“Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir” kitabını yazan Alberto Manguel, Konya şehrini anlatırken, Sahip Ata Külliyesinden de söz ediyor. “Sahip Ata Külliyesinde Fahreddin’in oğullarının türbeleri bulunuyor. Öldürüldüklerinde Fahreddin mimara demiş ki: ‘Acımın duvarlarda okunacağı bir yer yap.”

Istırabın, ayrılığın bin bir çeşidi, derece derece, adamına kadınına göre. Ölüm en çetini. “Kim bilir, nerde, nasıl, kaç yaşında… Ömür dediğin bir namazlık saltanat mı?”

 Şimdi komşumun cansız kapısında, duvarlarında acı yansıyor. Zehir gibi değil ama tatsız, üzüntü işte.

Yeis resimleri aslında her yerde okunabilir ve başka acılara karışabilir gibi geliyor.

Sevilenin kaybı, boşa(n)malar, meslekî düşüşler, itibarsızlık.. acı saçaklanıyor; ucu bucağı belli değil, uzanıp gidiyor. Kendini vuruyor, duygu mahvediyor. Yetiş ey akıl!

Fakat..

Sürekli bir şeylerden ayrılmamıza rağmen; hiçbir şeyin aslî sahibi olmadığımız, müteaddit defalar gösterilse de; insanda inanılmaz bir kök salma, tutunma çabası, inat, direnç bulunuyor. Ölüm gelmese belki de hiç bırakmayacağız.

Hayat yokuşlarla dolu.  Bir kuyu, uçurum, mağara, köprü altı mutlaka vardır. Ama bizi bekleyen, girilesi ferah kapılar da mevcuttur.

Hayatı okuma kısmı o kadar önemli ki. Acaba araçlarımız, çıkış noktamız mı yanlış?

Getiren, götüren, yazan O… O’nu görmediğimiz, “Göndereni” bilmediğimiz için mi vasıtalarda sebeplerde takılı kalıyoruz.

Her halden, durumdan hayat dersi çıkarılabilir mi? Belki gerçek okuma budur. Bilmiyorum, acizim.

“Satılık” levhası çoktan asıldı. Daire yeni sahiplerini bekliyor.

Vedalaşmayı birkaç gün önceden yaptım, zor geldi. Ağladığını hissediyorum biteviye. Ben de biraz ıslağım.

Geçmesin gitmesin bitmesin silinmesin istedim…

Duvarları rengârenk, kalınca boyadım.

Rabia’yı yakaladım, harflerin içine “sıkıca” yerleştirdim.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.