"Onlar ocakmış. Babaannesinden el almış." dedi.
Geleneksel minvalde ve öyle bir ağızla söylenmiş sözler söyledi açıkça yani.
Sonra, "Çayı nasıl içersiniz?" diye sordum ona, elimde demlikte. "Namuslu olsun." dedi. Koyu istiyormuş yani. Çayı açık değil, "kapalı' içiyormuş demek ki. "Namuslucana koy" dedi. E 'kapalı' işte. Öyle yaptım. Fincanın neredeyse tamamını doldurduktan sonra da "Yetişir!" dedi birden. Yeter, demek istediğini anladıktan sonra da sıcak sudan biraz ekledim tabi.
Ardından sohbete devam eden taraf daha çok başkaları olunca -ocak ve el alma konuları ilgilerini iyiden celbettiğinden olsa gerek- elimdeki telefondan, sayfama düşen biyoenerji kurslarının reklamlarına göz attım üstünkörü. Aslında yukarıda bahsettiğim ve geleneksel dediğim şeyin aynısının farklı bir ifadesiydi bu. Kadim öğretilerin modernize edilmiş hali, bir nevi... Bir süre ekrana bakındıktan sonra da kendi kendime "Yetişir" deyip ekranı kapattım ve yapmam gerektiği gibi, karşımda oturan kadına yönelttim dikkatimi.
Yaptığım 'ağlayan pasta' ismi verilmiş olan ıslak kekin tamamını bitirdikten sonra, dışarıya çıkıp biraz yürüyüş yapma kararı aldık topluca. 4 kadından oluşan grubumuzda, o ve benden başka annem ve bir komşumuz daha vardı. Yaşının hakkını verircesine olgun ve bilge bir kadın olan ve çok sevdiğim Zehra Teyze... Şehrimize bir kaç hafta önce yerleşen, malum felaketle birebir yüzleşmiş olan depremzede kadınla ise, onun vesilesiyle tanışmıştık zaten. Depremde, neyse ki can kaybı yaşamayan ve fakat tırnaklarıyla kazanıp aldığı tek evini kaybeden bir kadındı o. Burada yasayacak şartları ona sağlamakta yalnızca tuzumuzun bulunmasıyla da yetinmeme kararı almıştık üçümüz kendi aramızda. Tüm baharatlar bizdendi! Yani niyetimiz öyleydi işte en azından, şeytan sonradan dürtmezse.
Yaptığımız yürüyüşle, ağlayan pastanın biraz olsun yüzünü güldürmeyi deneyecektik en azından. Sonra kilo alıyorduk... A bu arada söylemeyi unuttum, yanımıza bir kişi daha eklenmişti sonradan; Hidayet Hanım. Yolda, tanıdığı birisiyle karşılaşınca "Selamün aleyküm" diye selam vermişti ona. Annem çok şaşırmıştı. Hidayet Teyze dini mevzulara karşı biraz tepkiliydi de... Bunu herkes bilirdi. "Aa hidayete mi erdin Hidayet? Allah'ın selamı..." ve benzeri sözlerle gevelemeye başlayınca "Ne ilgisi var canım? Kadın Arap olduğu için incelik ettim ve selamı da Arapça verdim sadece." dedi. Sonra da içinde "Arap milliyetçiliği" gibi reytingi yüksek sözlerin geçtiği cümleleri ardı ardına sıralamaya başladı ama şimdi onları size burada aktaramıyorum tabi. Zira etiketlenmeye pek açık konulardır bunlar ve kimseyle de aramı bozmak istemem. Hele ki kutuplaşmanın ne yazık ki iyiden iyiye arttığı şu seçim zamanlarında. Ve fakat yine de şu kadarını eklememe izin verin ki, Hidayet Hanım'ın sözlerine hak veren Zehra Teyze'ye katılıyordum ben de.
Akşamın yavaş yavaş inmeye ve havanın da hafiften serinlemeye başladığını fark edince, eve doğru seyirtmeye başladık. Depremzede teyzemiz de az evvel oğluyla telefonda konuşmuştu; birazdan onu almaya gelecekti.
Sitedeki çocukların oyunlarının en zevkli olduğu bu zaman diliminde küçük bir erkek çocuğunun bir diğerine "Senin deden yaşıyor mu?" diye sorduğuna kulak misafiri olduk eve girmek üzereyken. "Yok öldü" diye cevap geldi. Vefat etmek fiilindeki incelik biz yetişkinlere özgüydü ne de olsa. "Kral çıplak" diyen o karakter de çocuktu hem zaten, öyle değil mi? Çocukluk... İnsanın en net, yalın ve dürüst hali işte. Arkadaşından gelen "Hadi gel yakalamaca oynayalım!" şeklindeki öneriye de sevinç ve coşku içinde "Yesss!" diye cevap verdi sonra, dedesi ölen torun. Ve ikisi de oturup sularını içtiler önce, pet şişeden. "Oturarak su içmek sünnetmiş tabi. Aferin çocuklara bak." diyerek yorumladı bunu depremzede kadın. Ve az sonra evdeki açık televizyondan, suyu ayaktayken içmenin zararlarını anlatan bir doktorun konuştuğuna tanık olduk. Ve tüm bunları da bir tür anlam kargaşası mı, yoksa, anlam uyumu ve ahengi olarak mı yorumlarsınız, bilmem.