Bazen hızı kesilse, yokluğundan dolayı telâşa düşsek de, hayat boyu nice rüyalar görürüz. Çocukluk, gençlik düşleri, yeni dünyaların hayalleri.
Ayakta görülenler, bir an evvel uyanmak ya da hep rüyada kalmak için can attığımız; eza cefa çektiren kâbuslar, tarihî rüyalar, ulu şahsiyetlerin ki; rüya kahramanları, her duruma uygun, kişiye özel düşler.
Bir rüya pazarı var mıdır bilmem ama rüya hırsızları bile bulunur.
Rüyalar kiminde yıldızlaşır, kiminde önemsiz, değmez görünür. Kılıktan kılığa girseler de, onlardan bir rüya sırrı umarız.
Özellikle yaşanılan şartlardan memnun olmayanlar, umutsuzluğa düşenler çeşitli sebeplerle, gelecek hülyalarıyla, rüyalara yatar. Zorlu koşullar, icbar eder muhtemelen…
Bazı öyle durumlar, sıkıntı anları vardır ki, uçan kuştan bile medet umarız. Gördüğümüz rüyaları da, gayptan işaretler diye anlamlandırır, bazen üzerine zoraki yorumlar yaparız.
Çaresizlik, acz buna sevk eder. Bet, şom ağızlılara değil, tatlı dilli kimselere, bizi yatıştırsın, teselli etsin diye bilhassa anlatırız.
Bazen esenliği, bir direnişin muştulu neticelerini öne çıkaran, hayırlı rüyalar görülür.
Şuuraltının, umudun yansımasının değil, bir gerçeğin tezahürü olmasını, yanılmamayı isteyerek, ne dualar eder, heyecanlı bekleyişlere gireriz.
Hatırladığımızda tatlı bir ürperti sarar içimizi.
Aklımızdan hiç çıkmaz. Bazen düşü yorduğumuzda, yarı ümit, yarı karamsarlık içinde gidip geliriz. Terazinin kefesi, bir o yana, bir bu yana eğilir.
Fertlerin olduğu gibi, milletlerin gördüğü müşterek rüyalar vardır. Büyük Türkiye Rüyası mesela. Kutlu hedeflerin önce rüyasını görürüz herhalde. Devasa rüyalar, büyük bedeller, liderler gerektirir.
Düşler bizi sürükler. Kimileri, rüyaları öldürse de; bazıları, açığa çıkması, yeni doğuşlar için, icap eden taşları döşer, adım attırır, hamle yaptırır.
Rüya havada kalmaz, kurumaz, olgunlaşıp yaygınlaşır, başkalarına da aynısını gördürerek canlandırılır.
…
Gazeteci Yazar Ruşen Eşref Ünaydın’ın, 14 Ağustos 1921 tarihli, Hâkimiyet-i Milliye’deki yazısı, İstiklâl Harbi’nin sancılı günlerini, bir ölüm kalım mücadelesinin atmosferini anlatması bakımından duygulandırıcıdır.
Derin bir keder içindeki, zafere susamış halk kurtuluş için, bazı alâmetler beklemekte, bağımsızlık, necat, selâmet, aydınlık bir istikbalin rüyalarını görmekte ve yakıcı bir özlemle, hakikat olmasını niyaz etmektedir.
Çünkü bayramlar bile gam yüklüdür:
“Bayrama başlarken bile bayram sonunda gibiyiz… Zira gönüllerimiz üzgündür, yaslıdır: Milletin güçlü kuvvetli delikanlıları analarından, atalarından, yavuklularından, yavrularından ayrı; siperler içinde; düşman bekliyor… Arkada kalanlar, hicretlerinin kaygısı ile; süslenip gülecek çocuklar eski pırtılar ve her yanda perişan manzaralar içinde gamzede oldular… Düşman eline düşen Müslümanların boyunları bükük, yürekleri kırgın, dilleri kısıktır. Belki camiye bile, belki birbirlerini ziyarete bile rahat gidemeyecekler! Tekbirleri ah u vah olacak!” (sf. 42)
“Düşmanın gaddar yumruğunun sıkılı durduğu” kasvetli bir ortamda; savaşlarda şehit verilen gençler bir yana, ihtiyarlara da elemle bakar, mukayeseler yapar Yazar.
Onlar, yalnızca yaşamanın sonunu hatırlatmazlar. “Kuvvet düşkünü değil, devlet düşkünü hissini de uyandırırlar.”
“Eski nesillerin ihtiyarları, çoğu zaman sadece arkasına dönüp kendi hatıralarına bakan Türklerdi. Onlardan birçoğunun ilk nefesiyle son nefesi aynı köyün havası içinde idi. Devlet kaygısı onların bağırlarını çökertmemişti. Askerlikleri üzerine anacakları ve anlatacakları varsa çoğu, başka mülklere akından ya da bir kalenin akla sığmaz fedakârlıkla korunmasından, bir Türk’ün on düşmana bedel olmasından dem vuran gurur ve sürur menkıbeleri idi… Bizler, bizim nesiller ise doğduğumuz günden beri milleti gözü yaşlı gördük”(sf. 38)
Vatan işgal altındayken, “milletvekilinden, askerine, memuruna köylüsüne kadar herkes vatan rüyaları görmekte, gördüklerini öyle yorumlamaktadır. Zira serhatler zihinlerde ve zihinler serhatlerdedir. Dünkü Hâkimiyet-i Milliye bile İstanbul gazetelerinden alınma şöyle bir ‘feleki’ olay anlatıyordu: Öğleüstü, güneşin keskin ışığına rağmen gökte hilal aşikâr olmuş; içinde de bir yıldız belirmiş. Halk fevç fevç bu manzarayı seyretmiş. Bu tecelliden semavî bir işaret sezinmiş. Hâkimiyet-i Milliye’ye geçenlerde gelen telgraf da hatırımdadır: Eskişehir’e düşen dolu tanelerinde ay yıldız görmüşler; haber veriyorlardı! Bunlarla Evliya Çelebi’nin İstanbul fethini, erenler himmeti şeklinde gösteren rivayetleri arasında bir ilgi yok mudur?... Diyeceğim şu ki biz maneviyat milletiyiz.
Ben kendim de geçen gece gördüğümü, sohbet arasında, bir rüya meraklısına söylemiştim.
-Sana yolculuk, millete de şenlik var, diye tabir etti.
Millete şenlik; inşallah… Fakat görünürde, bana hiçbir yolculuk yoktu. Bununla beraber, garip tesadüf! Aradan bir hafta geçmedi. Taarruz başladı. Ben de işte yoldayım. Yani, rüyamın birinci kısmı bu akşamdan beri gerçektir. Şimdi düşünüyorum: Acaba ikincisinin de gerçek olmasını görmeye mi gidiyorum?
Herhalde bu yolculuk başka yolculuklardan ayrı: Önümde ateş ve kan, ceset ve… Allah büyük, zafer var…”
Bazı cümleleri günümüze de ışık tutar, yakarışı hepimizin temennisidir; Ruşen Eşref Ünaydın “azim ve imanımıza” dikkat çekerek, şunları söyler:
“Bu toprak bizimdir; içinde yabancının işi yok. Anadolu’nun tarlasında yabancının hışıltısı duyuldukça, silahınız elimizden düşmeyecektir. Bu mukaddes silah elimizden düşerse, başımıza düşmanın baltası düşecektir. Ayaklarımızdaki zincirler, esirliğin ağır ve cefalı şarkılarını söyleyecektir. Allah Türk’e o günleri göstermesin! Kurtuluş günleri bizimdir. Bozgunluk ve kahır günleri de düşmanlarımızın” (Ruşen Eşref Ünaydın, İstiklal Yolunda, Türk Tarih Kurumu yayınları, sf.22-23)
İnançla, şuurla, bayram gibi rüyalara, sabahlara uyanmak dileğiyle…