Yolumun hemen hemen her gün aynı güzergahtan geçtiği günlerdi. Bu günlerin birinde, o yürüyüş rotama dahil bir kaldırımda, mendilci bir kız peydah oldu. Ten rengi, onu basbayağı bir siyahi yapmayacak kadar açık; ancak buna ramak bırakacak bir esmerlikteydi. Yaşı ise, çocukluğunun epey sonlarında; genç kızlığınınsa hemen başlarındaydı. Ben diyeyim 11, siz deyin 12 yaşındaydı, görünüşüyle filmlerden bildiğimiz standart bir Hint fakirini andıran kız.
Ne zaman onun yanından geçsem, arkamda takılı kalan bir çift bakışın ağırlığını beraberimde taşımak zorunda kalıyordum; gözleri ve dikkati fena halde üzerimdeydi. İnceliyor ve ince eliyordu. Ona kıyasen oldukça açık olan ten rengim, renklerim zaten; saçlarımdaki sarılı koyulu ışıklar, giysilerim, kolyelerim, mavilerim ve kırmızılarım bu kapkara ve belli ki bundan pek memnun olmayan mendilci kızda büyük bir ilgi ve beğeni uyandırmıştı. Hele ki, sevgi ve dikkatle yaklaşıp onunla her defasında az çok konuşup hoş beş etmeye başladığımdan beri, ateşli bir hayranım olmuştu, bu kız. Adımın Aslı olduğunu öğrendikten sonra, ben de onunkini sorduğumda “Aslı!” demişti bana.
Ne tesadüf!
Aslı…
Bu cevaba karşı hiçbir şüphem ve soru işaretim oluşmamıştı o zamanlar. Esas konuya da bu isim mevzu üzerinden geçeceğim şimdi zaten.
Değişen güzergahla birlikte hayatımdan tamamen çıkan Aslı, bundan 5 6 yıl sonra, yani geçtiğimiz günlerde tekrar çıktı karşıma. Tenindeki gece, açılıp da sabaha ermemişti bir türlü ancak epey büyümüş buldum onu. Küçük bir şaşkınlık ve sevinç nidasından sonra ilkin “Senin adın da Aslı’ydı, değil mi?” diye sordum ona. Bir an bakışlarını kaçırdı ve ardımdan çekimserce “Evet” dedi. Bakışların kaçması, ortada bir yalan olduğunu ele veren en aleni işaretti. Belli ki ismi Aslı değildi.
Tabi ya! Nasıl anlamamıştım!? Benim ismim her ne ise, aynalayıp aynı cevabı verecekti yıllar önceki tanışmamızda. Duyduğu ilgi, merak ve benzeyip yakın olma arzusu yüzünden elbet benim ismimle aynı ada sahip olacaktı. Örneğin, ismim “Mahmut” deseydim, sevinçle atılıp “Benimki de Mahmut” diyecekti. Anlaşılabilir bir şeydi yani, hayran olduğu ablasıyla adaş olmak isteyişi.
Öyleydi, öyleydi de, kendime şaşırıp kalmıştım ben asıl. Anlayıveremiştim bu pek küçük yalanı; ‘Aslı’ya hemen inanıvermiştim. Konu oldukça basitti ama bu basitliğe bile yem olup kolayca uyup kanmıştım. Öyle işte.
Demek ki, aradan geçen zaman, insana çok daha uzaktan ve böylece geniş bir açıdan bakabilme olanağı sunuyordu. Genele yayarsak, bu hep öyle olmaz mıydı zaten? Fazla yakından bakınca, görüntü hakkında gerçekçi bir fikir sahibi olamıyoruz. Ancak şaşılaşmaya başlayan bulanık bir bakış kazandırıyor bize, bu fazla yakınlık. Oysa uzaktan ve dışarıdan bakmak, geniş bir bakış açısına ve çok daha yönlü bir kavrama fırsatına imkan veriyor. Yıllar önceki tanışma vuku bulduğunda, işin tam içinde ve ortasında oluşum, tam tur bir seyir şansından alıkoymuştu beni. Şak diye inanıp, pat diye düşüvermiştim yalandan örülü bir ağ’a.
Sözün özü, birkaç adım uzağa ya da geriye doğru adım atmalı. Geniş bir bakış açısına sahip olunmalı. Uzaktan bir bakıp, görmeli. Buna muhtacız, hepimiz.