Bazen hoş olaylarla yürürdü. Ruhunda bir gurur ve emniyet duygusu büyürdü.
Kabaran güç. Enaniyet kıpırdanmaları olur, kof genç bir kibir şahlanırdı.
Sonra başka bir (küçük) hadiseyle seddi yıkılır, o zaman geri çekilir, esasen kibirle ör(t)ülmüş, yine eski paslı ezik haline dönerdi. Zikzaklar, çarpık çürük çizgiler.. rolden role geçerdi.
Teselliler ne kadar azdı ve ruh hezimetleri ne çabuk gelirdi. Gönle apansız, zor baş ettiği amansız bir karanlık çökerdi.
Makamda, şan şöhrette, bazen üstüne yıkılan kesrette, bıkkınlık, yersizlik yurtsuzluk, kalbini yoran bir uğursuzluk asabiyet küme(lenme)sinde.
Yeşilsiz susuz semasız kurak çöllerde, üç beş parlak taşla çocuksu oynayıverdiğinde.
Cevherli giysilerine, arz nimetlerini yedirdiğinde.
Dünya denen kocakarıya gelin güvey gittiğinde. Taçlı başına kahır çöktüğünde… Vesaire vesaire. İçinde hep içinde. Taa Dibinde.
Durumu nasıl basitçe anlatılırdı. Maddî güzellikler, zevkler bir noktadan sonra boğuyordu.
İnsan nerede duracağını, neyi bulacağını tam kestiremediği; daha uzun süren, belki bitimsiz, umudun tükenmediği; bütün mevcudiyetine, manasına hitap eden, çoğaltan, derinleşen, lâtif izleri, izlenmeyi, seyir halini arzu ediyordu belki de. Ve bu arzu gün geçtikçe büyüyordu.
Vakit kaybetmemeliydi. Fırsatlar azdı. Ya bir daha gelmeyiverirse, ömür yetmeyiverirse.
Kapılardan geri çevrilmek, eli boş dönmek, felâketin daniskası. Kendi çalıp, kendi oynamak. Farklı bir şeyler arıyordu.
Maddenin ötesinde daha fazla güç, bir kalp devrimi, işleyişi tersine çevirecek, zangır zangır titretecek, daha şümullü.. bir ecza, terkip, iksir, apayrı bir düzen.
Kelimeler beğen görünmez lügatlerden.
En azından kelepçelenmiş, sınırlanmış hayatına, bu yolla daha iyi, daha kavi devam edeceğine inanıyordu; hayat katlanılır hale geliyordu.
İbrahim Efendi’yi gördüğü zaman iş nasıl da değişmişti. Hakkında söylenilenlerden, methinden öteydi. Onların olduğu halkalar, nispeten bir denge sağlıyor, fasit bir daireyi böylelikle yarıyordu.
Aramızda yaşayan ama bir ayağı göklerde olan insanlar da vardı. Ve devasa, taliplerine açılacak bir ilmin yapraklarında neler saklıydı.
Hissettiği değişik bir duyguydu. Tarifsiz, arkasında bir ulu Kudretin olduğu, yeni bir şeylerin neşvünema bulduğu.
Sığınma, Liman ve birlik gücü. Özel bir yolun, istikametin huzuru.
Emir, bu duyguyu kaybetmek istemiyordu. Hikâye, en azından başlangıçta böyleydi.
…
İçine bir vuslat tatlılığı düştü.
“Bazen kulaklar gözden önce âşık olurdu”
Dünya vakaları sıkışmış, zamanlar katlanıvermişti. İlâhî Nağme’yi yeniden işitti. Belki hep o büyülü atmosferin, mükemmel, eşsiz zamanın içindeydi de hissetmiş ama bilememişti.
Her zaman kendini ihsas eden, tüm mevcudiyetini harekete geçiren, bir deprem volkan kıyamet etkisiyle yerden yere çalan, toprakla yeksan edip gömen, silkeleyip uçuran.. her zerreyle birleştirip güçlendiren, gönendiren, hayat bahşeden en ulvî, en nadide, en müstesna zevk, en kudretli zaman.
“Kün! Ol!”
Fakat “oluvermek” ne kadar meşakkatli ve zordu Yarabbi!
Dünyaya gelinirdi de, arzın ağırlığı altında, basit bir canlı hüviyetinde nice seneler ziyan edilir, heder olunur, geçilir gidilirdi.
Nağmeyle sersemlemişti. Sarhoştu. Derin bir lezzetle şevke geldi.
O hudutları belirsiz bir muhabbet kuşuydu. Yahut.. bir kelebek, toz, ağaç kimdir fark göremedi. Birlik vardı sadece birlik. Esenlik dir(i)lik.
Elleri kolları, tüm beden gayriihtiyarî hareketlendi. Daireler çizerek dönüyordu.
Döndü, uçtu kaçtı, havalandı, dunyanın tozunu attırdı, bir pula sattı attı.
En güzel deliliklere yattı. Birkaç âlem ruha kattı. Mayası aşkla karılmışlardandı, aşka bulandı battı kaldı.
…
Sabahleyin hankahtan ayrılmış, akşam da dönmemiş... Emîr Fahreddin, endişeye kapıldı. Ertesi gün de “Kıymetli yitikten” haber alınamamış, aramalar sonuç vermemişti.
Şairin karda kışta nereye gideceği, başını nereye sokacağı düşüncesi Emir’i telâşlandırıp, iyice meraklandırdı. Yüreği ezildi.
Şahsını yeterince koruyamayan bu adam, ya kendinden geçip, kurda kuşa yem olsaydı; bir köşede dalgın, bigâne ebedî uykulara dalsaydı.
Günleri nasıl boş, bereketsiz geçerdi. Emir, başka Hak erlerinin sohbetlerine nail olmuş talihli bir adamdı ama O’nun cazibesi de başkaydı.
Ki İbrahim kendine özgü, bağımsız, başına buyruk, dünya işlerine gönülsüz bir adamdı.
Tokat’ta kaldığı sırada Emir Fahreddin ona, beğendiği yerde bir toprak seçip, mesken yaptırılması için teklifte bulunmuştu ama kabul ettirememişti de, bizzat emniyetli bir hankah inşa ettirmek durumunda kalmıştı.
İbrahim’in hankahtan ayrılışının üçüncü günü, ona kırların ortasında rastlanıldığını haber verdiler.
Aslında kim “yitikti” yitecekti bilemedi¸ Emir şükretti. Neredeyse yeri öpecekti.
Ya ona bir şey olsaydı. Serin ağaçların dibinde geçirilen lezzetli saatlerin, sözüyle sohbetiyle; husûle getirdiği doldurduğu muhabbetin özlemin; bizzat AĞACIN ve MEYVENİN, KÖKLERİN tadını aldığı bu Zat’ın yerini kim dolduracaktı.
Tasarrufu, tasavvufu, Hak Yolundaki bir bilişin, Yüce Peygamber’le gidişin ferahfeza onurunu… Bir “böcek” bile olsa, tarifsiz bir süruru; kim duyumsatacaktı.
Muhatabı allame-i cihan olsa bile, gönül kolay sahiplenmiyor, içine almıyor, dâhil etmiyordu ki.
Karın üstünde başı açık, yalınayaktı İbrahim. Şiir sesi geliyordu yanık, ta ciğerden.
İştiyak dolu, asla dönmek, gerçek yerini bulmak, sükûna saadete ermek, her şeyin başlangıcı, nüvesi merkezi. Asıl hayatın t(adı).
Yüksek manalar, sathî bir dilin imkânlarıyla ifade edilemiyor, diye düşündü Emir.
Sesi o kadar âhenkli ve ruha işliyordu ki. Fakat sözleri anlamıyor; kelimeleri tefrik edemiyordu. Daha doğrusu, bütün harfler, cümleler tek bir “şeye” çevriliyor ve kalbini baskılıyordu.
Gerçekleştirmesi zor bir hülyayla sarsıldı. Keşke, hiç dizi dibinden ayrılmasaydı; devlet işlerini bir hevesliye bıraksaydı.
Bir başka âlemin sırlarına gömülseydi; ölseydi, ADINI bile unutacak kadar yitseydi. Bir sonsuzluk zamanında yeniden bitseydi.
İbrahim Efendi, duygularını anlamış gibi gülümsedi.
İçi ılıdı Emirin.