‘Aşk, lafa söze sığmaz. Aşk, dibi görünmeyen bir deryâdır. Denizin damlalarını saymak imkansızdır. Yedi deniz, o deryaya nisbetle bir zerredir.’ (Mevlânâ Celâleddin, Mesnevî-i Şerîf, Aslı ve Sadeleştirilmişiyle Manzum Nahîfî Tercümesi, C.V, s. 110/2741-42) Anlatmaya sığdıramadığımız şeyler vardır zaman zaman, onların târifi olmaz. Peki, târifi olmayan şeyler nasıl anlatılabilir? İşte aşk öyledir. Aşkın târifini, ne kadar etseniz de, edemezsiniz. Mevlânâ’nın meşhur sözünü burada tekrar hatırlamakta yarar var. Kendisine aşkı sorduklarında; ‘Ben olda bil’, diyor. Güzel bir benzetme yaparak bu beyitinde aşkı, ‘dibi görünmeyen deryâya’ benzetiyor. ‘Denizin damlalarını saymak nasıl imkansız ise, yedi deniz aşka nispet edilse aşk yine birdir, tekdir’, diyor. Ama tabi aşkın sonsuz, sınırsız, hudutsuz bir âlemi içinde barındırdığına, vurgu var.
Büyük aşk üstâdı aşkı anlatmakla bitiremez, çeşitli temsillerle, misallerle ‘aşkı hakikinin tesirinin kuvvetinden’, bahseder. ‘Aşk-ı kül üstadına âferinler. Binlerce zerreyi birleştirdi. Her yana dağılmış, toz toprak olmuş iken, testicinin elinde bir sürâhi hâline geldi.’ (Mesnevi, a.g.e, C.II, s. 136/3765-66) Aşk binlerce zerreyi birleştirir, dağılmış kalpleri toparlar, toza-toprağa bulaşmışlıkları aşk temizler, tek hâle getirir. İşe yaramaz olan bir şey kıymet bilen ellerde, değer hâline gelir. ‘Aşk bir deryadır, gökler onda bir köpük gibidir. O, insanı, Yusuf’un güzelliğine tutulan Züleyha gibi kılar...’ (Mesnevi, a.g.e, C. V, s. 156/3862-64) Yukarıda da belirtildiği gibi üstad aşkı, deryâya benzetir. Köpük deryanın üzerindeki geçici oluşumlardır, hemen görünür sonra geçer, gider. Aşkın üzerindeki gökler aynen denizköpüğü gibi geçicidir, gerçek olan ise deryâdır. Gök ağarır, kararır, değişir aşkı bâki hep kalıcıdır. Mevlânâ hazretleri, ‘aşk, gökleri insanın ayakları altına serer’ fikrindedir. Böyle bir aşkı bâkînin Cenâbı Hak katındaki değeri hiçbir ölçüye sığmaz. Aşk, Yusuf’un güzelliğine vurulan Züleyha gibidir ancak fâni sevgiler aynen köpük gibidir, geçicidir.
‘Aşk, denizi bir çömlek gibi kaynatır. Aşk, dağı kum gibi yakar, ufalar. Aşk, göklerde yüzlerce yarık açar. Aşk, cenk gibi yeryüzünü titretir.’ (Mesnevi, a.g.e, C. V, s. 111/2744-45) Aşk kalbe sirâyet ettiğinde, onun bağrı yanar. Böylesi bir gönül öyle yanar ki o aşk, denizi dahi aynen bir çömlek gibi kaynatır şiddettedir. Tabi –Allâhu âlem üstad kendisi bu aşk hâlini yaşamasa nasıl anlatsın?- Hakiki aşk, koca dağı kum gibi yakar, ufalar. Nitekim Hz. Musâ’ya Tur Dağı’nda tecelli eden Hak Teâlâ, Musa’ya sen buna dayanamazsın dediği halde, Musa aleyhisselam dağı paramparça olarak görünce, aşkın ateşinden dayanamayıp düşüp, bayılır. Kimi peygamber dahi aşkın ateşini kaldıramıyor. İşte aşk böyle bir şey! Aşk rahmetiyle gökyüzünde yüzlerce yarıklar açarak tecelli eder. O yarıklardan yeryüzüne rahmetler iner, şimşekler çakar. Onun cengi cihânı titretir. Âşığın karşısında hiçbir engel duramaz. Ferhat Şirin’i için delinmez dağları, delmedi mi?
Dağı delmek her babayiğidin harcı değildir. Hakiki aşk kimsenin katlanamayacağı zorluklara, sıkıntılara tahammül gösterme sabrıdır. Aşkın bir bedeli vardır. Âşığın görevi ise bedel ödemektir. Bela ve mihnetlere katlanmak, ızdıraplar içinde yanmak, âşığın harcıdır. Âşık canını bile aşkı için fedâ eder. Bu temsili ifâde sadedinde üstad der ki Mesnevisinde; ‘… Gıdam kandır. Âşığım, işim can fedâ etmektir. Geceleri tencere gibi ateşte kaynamada, gündüzleri akşama kadar kumlar gibi kan yutmadayım.’ (Mesnevi, a.g.e, C. III, s. 148/3915-16) Âşığın aşkı gece-gündüz dinmez, bitmez, hep devam eder. Dolayısıyla aşkı için çektikleri gece ateş, gündüz kan yutma gibidir. Gerçek âşığın gıdâsı kandır yâni dert ve tasalar onun azığıdır. Dertler, belâ ve sıkıntılar, mihnetler hâsılı çekilenler âşığın bâkî olan aşkındaki ölçüsünü sınayan imtihanlardır. ‘Muhabbetin şartı mihnete, derde, belâya katlanmaktır. Dost altın, belâ da ateş gibidir. Ayarı hâlis olan altın ateşe râzıdır.’ (Mesnevi, a.g.e, C. II, s. 53/1473-74) Hakiki âşık kendisine isâbet eden hiç bir belâdan şikâyet etmez, o belâya ateş de olsa tıpkı Hz. İbrâhim gibi zevkle katlanır çünkü o dosttan gelmektedir. Âşık çektikleriyle övünmez, bu hususta kendine pâye addetmez. ‘Âşık; derdinden şikâyet etmez, yaptıklarıyla övünmez, aşkının doğruluğunu ispata kalkışmaz. Bunları yapması onun hamlığını gösterir. (Mesnevi, a.g.e, C. V, s. 50-51/1250) ‘Gerçek âşık, sevgili uğrunda başa gelen belâları zevk telâkki eder.’ (Mesnevi, a.g.e, C. I, s. 70/1815 ) Zira; her ne kadar; ‘Aşk ateştir’ denilse de, aşkın ateşi aslında nurdur: Lâkin aşk mumu, o muma benzemez. O, aydınlıklar içinde en yüce bir aydınlıktır. O, ateşli mumların aksinedir; görünüşü ateş, içiyse tamamen nurdur.”(Mesnevi, a.g.e, C. III, s. 149/3943-44 ) Dolayısıyla aşkı hakiki nurdur. O nûra erişmek ise bize de güzel bir imânî hedeftir. Şu mâneviyattan uzak kokuşmuş, kirli bir dünyâda ‘aşk kahramânı’ Mevlânâ hazretlerin sözlerine ne kadar da ihtiyâcımız var. Böylesi aşkı yakalamayı istemek bile kalbe bir huzur ve sekine bahşediyor efendim.
Selam duâsıyla bitirelim yazımızı efendim: aşk olsun. aşkınız cemâl olsun. cemâliniz nûr olsun. nûrunuz ayn olsun.