Cenâb-ı Allah insanı, yarattıklarının en kıymetlisi olarak halk etmiş, onu yeryüzünün en şerefli varlığı ilan etmiş ve her şeyi onun emrine, onun hizmetine sunmuştur.
Hele kendine inanan, güvenen, günde beş vakit huzurunda eğilen, kendi ile frekans bağlantısı kuran, büyüklüğünü takdir eden insanlara başka bir değer ve kıymet vermiştir. Rahman ve Rahim sıfatlarıyla tecelli etmiş; "Ben hiçbir yere sığmam, sadece mümin kulumun gönlüne sığarım" hadis-i kudsî’si ile ona verdiği şeref ve fazileti ilan etmiştir.
Bu sebeple müminin hatırı, gönlü, hak ve hukuku mübarektir, mükerremdir. Bu gerçeği Yunus:
Gönül Çalab'ın tahtı
Çalab gönüle baktı
İki cihan bedbahtı
Kim gönül yıkar ise
Seyrâni'nin de:
Kalbini geniş tut sıkma Seyrâni
Rızay-ı Bârîden çıkma Seyrâni
Gönül beytullahın yıkma Seyrâni
Elinden gelirse inâyet eyle
diyerek müminin kalbinin, gönlünün mecaz manada Allah'ın evi olduğunu dile getirip, gönül incitmenin, hatır yıkmanın, kalp kırmanın neticesine dikkat çekmişlerdir.
Mevlâna hazretleri, tasavvuf umdelerini bu Hadis-i Kudsi üzerine bina etmiştir. Hz. Mûsâ ve kardeşi Hârun’u, ilahlık iddiasında olan Firavuna gönderirken: "O'na karşı tatlı dilli ve güler yüzlü olun (gönlünü incitme)" tembihinde bulunan Rabbi'nin emirlerini hayat prensibi kabul ederek, kafir-mümin ayırımı yapmadan, kimsenin gönlünü kırmadan, herkese giderek, herkesi de dergâhına çağırarak tebliğ görevini yerine getirmiştir.
Gönüller sultanı Mevlânâ: Gönül-kalb meselesinin ehemmiyetini şu sözleri ne güzel dile getirir.
Kabe bünyâd-i Halil-i Âzerest
Dil nazargâh-ı Celil-i Ekberest
"Bir gönül yapan, memnun eden kişi, binlerce defa haccı ekber yapmış gibi sevap alır ve Allah'ı memnun eder. Çünkü; Kâbe’yi Azer oğlu Hz. İbrahim bina etmiştir. Mümin kulun kalbi ise Allahü Zülcelâlin nazar ettiği, baktığı, kıymet verdiği bir yerdir.”
Ve O'nun muasırı olan Yunus da bu hususta şöyle diyor:
Bir kez gönül yıktın ise, o kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi, elin yüzün yumaz değil
"Gel, gel, ne olursan ol yine gel. Kâfir, putperest, günahkâr isen de yine gel. Bizin dergâhımız ümitsizlik dergâhı değil" sözlerini de yanlış te'vil ve tefsir etmeye gerek yok.
"Yaratılmışı sevmek lazım, yaratandan ötürü" felsefesiyle "Onlarda insan, onlar da Allah'ın kulu, gelsinler, feyiz alsınlar, onların gönüllerini fethedeyim. Onlar bana, benim dergâhıma gelip, Allah aşkı ve şevki ile yanardağlar misali kükreyen gönül potama düşünce nasıl olsa eriyecek, arınacak, Aallâh'a kul, Rasûlüne ümmet olacak. Gelişi başka gidişi başka olacak." diyor. Bunun için gönüller sultanı olmuş.
Fakat günümüz insanı bir hususta hata ediyor. Bu engin hoşgörüyü, bu sonsuz insan sevgisini, bu hudutsuz tolerans ve müsamahayı Mevlânâ Hazretlerinin zatına mal ediyor. Yani şöyle bir imaj doğuyor: Daha önce kimsede böyle bir insan sevgisi, af ve hoşgörü yoktu. Bunu Mevlânâ ihdas ettiği için böyle seviliyor ve tanınıyor.
Bu tamamen yanlış bir düşünce tarzı. Rabbimiz'in Rahman, Rahim, Ğafur, Afüvv, Muîn gibi birçok sıfatları vardır.
En büyük günah, günahının af olmayacağına kanaat getirip, ümitsizliğe düşmektir. Hâlbuki Allah âyet ve Hadis-i Kudsîlerde şöyle buyurur: “De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok esirgeyen ve çok bağışlayandır”(Zümer Sûresi 53).
“Ey Adem oğlu! Senin günahın semanın bulutları kadar bile olsa, sonra bana dönüp istiğfar etsen, çok oluşuna bakmam seni affederim. Ey Adem oğlu, sema ile arz arasını dolduracak kadar çok hata ve günahın olsa, sonra bana şirk koşmadan (benden ümit kesmeden) gelirsen seni arz dolusu mağfiret ile karşılarım” (Tirmizi, Da’avat 106 (3534).
Mevlânâ Hzretleri de bu ve benzeri ayet ve hadislerden cesaret almış ki “Tövbeni yüz defa bozmuş olsan yine gel” diyebilmiş.
Peygamberimiz sadece “gel, gel” diye çağırmakla kalmamış, en büyük düşmanlarının ayaklarına gitmiştir. Münafıkların reisi olan Übey İbni Selül’ü hasta yatağında ziyaret etmiş, en büyük düşmanlarının ayağına gidip İslâm’ı tebliğ etmiş, kendisine akla ve hayale gelmedik eza, cefa ve hakaretler eden müşrikleri, eline güç ve fırsat geçince cezalandırmamış affetmiş, Ebu Cehilin oğlu İkrime ile samimi arkadaş olmuş, kendisine en çok yardım eden, kol kanat geren amcası Hz. Hamza’yı şehit eden siyahi köle Vahşi için bile Cenâb-ı Allah üç defa ayet göndermiş, Peygamberimiz de onu Mekke’deki vahşiye ulaştırarak Müslüman olmasını sağlamıştır. Mescidinin bir köşesine küçük abdestini bozan bedevî’nin bile hatırının kırılmasına müsaade etmemiştir (Buhari Kitabül Vudu). Misaller çoğaltılabilir.
Dr. Wolter L. Moare. Tahtaya bir kağıt asar ve bir nokta kor. Talebelere:
“Ne gördünüz?” diye sorar. Onlar bir nokta gördük deyince:
“Koskoca kâğıdı görmüyorsunuz ama küçücük bir noktayı görüyorsunuz bu nasıl iş” der. İslâm’ın ve Allah Rasülü’nün engin ve hudutsuz hoşgörü ve müsamahasını görmeyip te, bunların sadece Hz. Mevlânâ’da olduğunu zannetmekte bu misaldekine benzer.
Gönüller sultanına gönlümüz dolusu selamlar, saygılar sunarak O'nunla ilgili bir dörtlükle yazımızı bitirelim:
Hangi dersi hikmetin mollası Mevlâna değil?
Hangi aşk Sîna'sının Mûsa’sı Mevlâna değil?
Hangi Mecnûn ki, O'nun Leylâsı Mevlâna değil?
Kangı âşıkdır o kim, Mevlâsı Mevlâna değil?
Not: İnşallah bir hafta sonra çıkacak olan “Âşıklar Sultanı Hz. Mevlânâ” isimli kitabımızda bu konuları daha teferruatlı olarak siz muhterem okuyucularıma anlatma imkânı bulacağım. Saygılar!